30 Ağustos 2020 Pazar

Hikâyelerimizdeki Melodilerden Esintiler 14

KOL DÜĞMELERİ - BARIŞ MANÇO

Nedir düş gören için tatlı bir uykunun satır aralarına sıkıştırdığı birkaç küçük dize mi? Hani birdenbire uyanıp gecenin derin uykusundan, yastığın altındaki küçük defterimize ellerimizi uzatan… Gece demeyip gündüz demeyip düşlerimizden sarı sayfalara damlayan, kalemimizin ucundan sessizce kâğıtlara akan…

Düşüne düşüne düş görülebilir mi? Yoksa görmek için düşlediğimizi göz kapakları hiç inmemeli mi? Düşlediğimiz düşümüzden düşerse düş sütunlardan aşağıya, kim yakalar sonra bizi? Bu yüzden mi düşeriz düşlerimizden sürekli? Peki, her düşüşümüzle sil baştan gördüğümüz aynı düş değil mi? Ya gözlerimiz açıkken gördüğümüz düşler? Başkalarının düşlerinde gezen gezginleriz de düşteyiz mi sanıyoruz acaba kendimizi?

 Bir düştür aşk! Başlı başına bir düş. Uyanmak istemeyeceğin, uyanmamak için direneceğin, ama hep uyanacağım korkusuyla yüreğin ağzında bekleyeceğin kocaman bir düş. Ne zaman, nerede, nasıl uyanacağını bilmeden yürüyüp gittiğin bir sevilesi düş…

 

Düşü olmayanın aşk kokusu olur mu? Olmaz…  Düşü olmayan düş kırıklığına bile uğrayamaz. Düş kırıklığına uğramayanın canı acımaz, yüreği yanmaz ağlayamaz geceden gündüze gündüzden geceye. Ağlamayan yürek pas tutar taşlaşır zamanla ve taşlar balyozlarla kırılınca toprak çıkar açığa.

 Oysa taşların arasından kendine küçücük bir toprak bulan tohum yeşerir filiz verir, çiçek açar… Yeryüzü bir anda taşlaşsa ne olurdu? Yanıtı çok basit, hayat dururdu. Taşlaşmış gönüllerde de hayat böyle bir anda duruverir aşk olmasa.

  Aşk üzerine yazmayan kalmış mıdır? Ne kadar yazılıp çizilse de asırlardır bitmeyen tek konu yine Aşk’tır. Herkesin söyleyecek bir çift sözü yaşanmış bir anısı, “Aşk “dendiğinde içinden geçen bir hikâyesi mutlaka vardır. Kimi derin iç çeker bir Ah ile kiminin gözleri parlar bir cevher ile… Aşk bu biter mi hiç konuşmakla, yazmakla, çizmekle, oynamakla, çalıp söylemekle… Sanat ne yapardı Aşk olmasa…

 Aşk bir oktur bence Eros’un sadağından çıkmış mıdır bilinmez ama kime ne zaman saplanacağını iyi bilir. Mekânı yoktur zamanı hiç yoktur. Nasiptir aşk kimine dokunup geçer teğet misali, kimine konar, sever, yurt edinir bir kırlangıç gibi… Kiminin üzerinden geçip giderde fark etmez bile o kişi. Kimi yaşamını harcar da bulamaz aramakla tam kestiğinde umudunu” bir bahar akşamı “rastlayıverir ötelerde usulca… Kiminin ise konar avucuna ama o bir sıkımla boğup atıverir boşluğa…

 Aşk masumiyet elbisesiyle gelir çocuk yüreklidir. Bakışları cesur sesi sevecendir. Öyle kırılgandır ki sırçadan yapılmıştır. Nemden nem kapar bir esintiden uçar, bir damladan boğulur, bir sözcükle yanar kül olur… Bencildir olabildiğince kendinden başkasını istemez gönül evinde. Sevilmekten usanmaz sevmeye ise cimridir bir verdiğine bin ister istemekten hiç yorulmaz…

 Aşkın ömrü hasrettir. Ne kadar hasret çekersen o kadar yarenin olur hayat yolculuğunda... ‘Aramakla bulunmaz’ derler diyen doğru demiştir. Hiç aramadığın anda çıkıverir karşına. O zaman anlarsın aslında hep aradığın oymuş nasılsa. Hasreti katık etmezsen aşk aşına cefasına da vefasına da eyvallah diyemezsin… “ Yaramdan da hoşnutum yârimden de “ dediğin anda başlar, hasret çilesinden ilmek ilmek örülmek, damla damla yağmur olmak düşer gönül pınarına…

Sözü uzattık konu aşk olunca durmak ne mümkün… Biz gelelim hikâyemizin sonuna.

 Hani evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir küçük kız vardı. Varlığı var mıydı da yaşayıp giderdi yoksa bir hayalden mi ibaretti takdiri kalmıştır okuyucuya. İşte varlık ile yokluk arası berzahtaki bu küçük kız, bilmeden aradığının aşk olduğunu bakan sıcacık içten bir çift yeşil göze kapılıp kalmış, gönlünün pınarlarını ona akıtmıştı…

O küçük kızın hikâyesi bitmek üzeredir artık…

Narkissos yaz tatilini bizim mahalledeki oğlanlarla geçirmeğe başlamıştı. Sünnet düğününde hediye edilen bisikletiyle sabahları bizim sokağa gelir, bisikletini de bizim evin önüne bağlardı. Ben camdan geldiğini görünce, kilimimi ve oyuncaklarımı alır evimizin duvarının önüne sererdim. Mahalledeki kızlar gelene kadar kendi kendime evcilik oynamayı severdim. Oğlanlar top sahasında maç yaparlar, bilye ve çivi oynarlardı… Bazen de kırlara açılıp bisikletleriyle kelebek avına çıkarlardı…

Narkissosla, her sabah bu seramoniyi yaşadığımız halde hiç birbirimizle selamlaşıp konuştuğumuz olmamıştı… Ne ben onun yüzüne bakıyordum ne de o benimkine…

Var olduğumuzu biliyorduk ama hiç yokmuşuz gibi yapıyorduk…

Uyumadan önce yatağımda hayal kurardım. Bir sabah bana günaydın diyecek ne yaptığımı soracak ve çantasını evine taşıdığımız günkü gibi hiç susmadan boyuna konuşup güleceğiz, şarkı söyleyeceğiz… Her gece yılmadan aynı hayalle uykuya dalardım…

 Sabah olunca da beklerdim heyecanla, ‘ne olur bu sabah günaydın ‘desin bana…

Barış Manço’nun Kol düğmeleri şarkısıyla o zamanlar tanışmıştım. Sözlerini ezberlemiş ve gecelerime şarkıyı ortak sırdaş yapmıştım. Daha güçlü bir istekle sabırla beklerdim sabahları, sonrasında geceleri aynı şarkıyla ağlardım…



Hatırlarım bugün gibi sessiz geçen son geceyi
Başın öne eğik bir suçlu gibi bana verdiğin hediyeyi
İki küçük kol düğmesi bütün bir aşk hikayesi
İki düğme iki ayrı kolda bizim gibi ayrı yolda

 Akşam olunca sustururum herkesi her her şeyi

Gelir kol düğmelerimin birleşme saati
Usul usul çıkarır koyarım kutuya yan yana
Bitsin bu işkence kalsınlar bu arada

 

Heyhat sabah gün ışıldar yalnız gece buluşanlar
Yaşlı gözlerle ayrılırlar düğmeler gibi
Bizim gibi bizim gibi ayrılırlar bizim gibi ayrılırlar

 

20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı başlayınca gelmez oldu bir daha. Ailesi artık izin vermiyor diye düşünmüştüm gelmesine bu kadar uzağa. Hayallerim değişmişti artık. Selam vermesini günaydın demesini beklemiyordum ‘Yeter ki gelsin, bisikletini bağlasın bizim evin önüne, bir kez daha göreyim yüzünü‘diye dua ediyordum. Gelmiyordu. Haber vermiyordu. Ne olduğunu bilmiyordum.

Aklıma onların apartmanında oturan kız arkadaşım gelmişti. Bir gün annemden izin alıp apartmanlarına gittim. Ama yüreğim ağzımda, her an kapıdan çıkıverecekmiş gibi heyecanla, sokağın köşesinden bana bakıyormuş gibi, öylece bekledim… Arkadaşımın zilini çaldım aşağı kapıdan, annem yukarı çıkma demişti. Sözde tatil ödevini soracaktım. Ben çıkmayınca o aşağıya indi. Benim yüreğim hep ağzımda ne olur şimdi merdivenlerden inse şu kapıdan çıksa diye. Çıkmadı ama. Ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum arkadaşımla. Ödevi aldım. Tam gidecekken döndüm ve “Onun” nerde olduğunu sordum. Kız arkadaşım babasının Kıbrıs’ta görevde olduğunu söyledi. Annesi ve kız kardeşiyle birlikte Mersin’e taşınmışlardı…

Yüreğim yanmaya başlamıştı. Başka bir şey soramamıştım… ‘Savaş ne korkunç bir şey’ dedim yalnızca.

Savaş ne korkunçtu içinde yaşamayanlar için bile vazgeçtim pilot olmaktan, vazgeçtim asker olmaktan…

Ben tarafımı seçtim. Savaş değildi istediğim. Kiminle, nerede, ne zaman olursa olsun tek istediğim Barıştı, sevgiydi, AŞK’tı ve bu bundan sonra hep böyle kalacaktı…

 Düşler düşte kaldıkça güzeldiler… Hayat ise aşka yer vermeyecek kadar taşlarla oyulmuş bir tahttı aslında… Bu taht altın, zümrüt, yakutlarla bezenmiş olsa, üzerinde padişahlar otursa ne yazardı… Bir çiçek bile yeşeremedikçe sadrında… Asıl savaş budur aslında… Çorak toprağa, çölleşmiş dünyaya, taşlaşmış insanlara rağmen hala çiçek açıvermek umudun avucunda…

SON

 

 




25 Ağustos 2020 Salı

Hikâyelerimizdeki Melodilerden Esintiler 13


BİR BAŞKADIR BENİM MEMLEKETİM -

Gecenin vuslatıdır sabah. Her yeni gün bir umuttur içimizde. Hayallerimize bir adım daha yaklaşmanın muştusudur. Gayrettir, emektir daha iyiye daha güzele. Hiç bitmeyecekmiş gibi sarılmaktır yaşama.

Günaydın! Demekle artık ben hazırım bugüne. Hazırım beni bekleyen heyecanlara zorluklara, başıma ne gelecekse gelsin baş edebilirim çünkü ben varım insanım diyebilmektir.

Bir sabah duyduğunuz günaydınla bütün hayatınız değişebilir… Bir sabah ve sonrasında bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayabilir. Böyle zamanlarda içinizdeki bukalemun hareketlenir, heyecan ve korkudan sıyrılıp sağduyunun kollarına bırakırsınız kendinizi. Nasıl olduğunu bile anlayamadan uyum sağlayıverirsiniz olanlara. Ayakta kalmayı öğrenirsiniz çarçabuk. Büyürsünüz yavaşça, kimse farkına varmadan öylece sessiz, öylece bir anda…

Sabahtı. Saat 07.00 sularıydı. Masum bilmezliğimizle kahvaltı sofrasındaydık. Televizyon açıktı. Siyah beyaz penceremizde kanıksadığımız TRT yazısı... Fonda ki müzik ise bu sefer farklıydı “Yine de şahlanıyor aman kol başının yandım da kır atı.” Hasan Mutlucan söylüyordu.

 

Bu müzik ne anlatmak istiyor? Bu müzik bize neyi haber veriyor? Bu müzikle bize hangi olağandışılık aksettirilmek isteniyor?

İşte bu müzik, gizlice giriyor evlerimize ve bize olacakları söylüyor. Bir müzikle Türkiye Cumhuriyet’inin olağan üstü halleri halkına bildiriyor…

 

Açılış ve haberler, “Türk Silahlı Kuvvetleri bu sabah gerçekleştirilen bir müdahale ile Kıbrıs’ın Kuzeyini havadan ve karadan kuşatmış, Kıbrıs topraklarına Türk askerleri çıkartma yapmıştır.”

Tarihler, 20 Temmuz 1974’ ü gösteriyor.

Adaya ilk ayak basan Türk askerleri

Helikopterlerle mühimmat naklediliyor…

İlk çıkartma birlikleri…

 

Haber bu kadar sadedir. Yalındır. “Türkiye savaş açmıştır. Barış için. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti Kıbrıs’ta yaşayan Türklere uygulanan zulüm ve baskıya daha fazla seyirci kalmamıştır. Türk halkı kadını, erkeği, çoluğu çocuğuyla ordusunun ve devletinin yanında yer alacaktır. Üzerine düşen görevleri yerine getirecek ve sonuçlarına millet olarak hep birlikte katlanılacaktır.”

Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, gazetecilere durumu şöyle bildiriyor.



O sabah bütün evlerde aynı duygu, aynı heyecan, aynı düşünce hâkimdir. Ülkemiz savaşa girmiştir. Başbakanımız “savaş için değil barış için yapılan bir müdahale” olduğunu söylemiştir gerçi…  “Askerlerimize umuyoruz ki ateş açılmaz ve kanlı çatışmalar yaşanmaz” demiştir Elbette bunun için her türlü tedbir alınacaktır.

Ancak bundan böyle, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına sivil savunma koşulları öğretilecektir tedbir için. Sığınaklar hazırlanacak, sığınağa gerekli malzemeler alınacak, geceleri olası bir hava saldırısına karşılık karartma uygulanacaktır. Evlerde ve her türlü meskûn mahalde. Kırk yaş altı her Türk erkeği, askerdir bundan böyle…

Bir çocuk için heyecan verici bir durumdur bu. Sıkıcı yaz tatilinden kurtulmaktır, hayatımıza renk gelmiştir adeta. Bir çocuk nasıl bilebilir ki savaşın neler getireceğini…

 

Bir çocuk, babasıyla kömürlüklerini sığınağa çevirir, yiyecek ve içecekleri kuru yerlere gizleyerek İlk yardım malzemelerini öğrenilir. Bir çocuk acil müdahale nedir? Yaralı nasıl taşınır? Kırılmalarda nasıl atel bağlanır, öğrenir. Bir çocuk, mahalledeki komşularıyla birlikte sivil savunma eğitimine katılır. Lacivert yağlı kâğıtlarıyla pencere camları kaplanır, çocuk bunu öğrenir. Geceleri evlerin ışıkları gizlenir, çocuk öğrenir. Siren seslerinin anlamlarını, tüfeklerin adlarını, tankların manevra kabiliyetlerini öğrenir bir çocuk. Uçakların her havalanışında yüreği hoplar ve dua eder onlar için. Bir çocuk jet pilotu olmak ister büyüdüğünde.  Hava harp okulunda okumak ister, hayalleri değişir. Ama bilmez o vakitler kızların Askeri okullara henüz alınmadığını, o hayal eder yalnızca…

 

Oyunlarımız değişmişti… Evcilik, okulculuk, komşuculuk faslı bitmişti. Kız- erkek karışık savaşçılık oynuyorduk. Erkeklerde adeta yarış yapıyorduk. “Her Türk Asker Doğar” diye talimlerle başlıyorduk güne. Siper kazıp içine giriyorduk. Tahtadan oymalı tüfeklerimiz, su mataralarımız, belimize taktığımız kemerlerimizdeki fişekliklerimizle hazırdık biz de savaşa artık…

Geceleri el fenerlerimizle sokaklardaydık. Eskişehir karanlıktaydı büsbütün. Ay ışığında 2. Hava Komutanlığından havalanan jetlerin sesi bizimle bütünleşmişti. Onların seslerini duymadığımızda rahatsız olmaya başlamıştık. Siren sesiyle başlayan karartma, yine siren sesiyle son bulurdu, her gece o siren sesini bekler olmuştuk…

 

Haberler yakın takiple izlenir, olaylar kaçırılmazdı. Büyük küçük kim varsa siyasetin ve askerliğin detaylarını konuşurduk ev toplantılarında.

Milletçe el ele vermek ve bütünleşmek fikriyle olsa gerek, televizyon ve radyolarımızda en çok çalan şarkı Ayten Alpman’ın söylediği bu şarkıydı. Dilimize ve yüreğimize yerleşmişti, vatan sevgisini bu şarkıyla tazelemiştik bir kez daha…

 


Havasına suyuna taşına toprağına

Bin can feda bir tek dostuma
Her köşesi cennetim ezilir yanar içim
Bir başkadır benim memleketim

Lay Lay...

Anadolum bir yanda yiğit yaşar koynunda
Asıklar destan yazar dağlarda
Kuzusuna kurduna Yunus'una Emrah'a
Bütün alem kurban benim yurduma

Lay Lay...

Mecnun'a Leyla'sina erisilmez sirrina
Sen dost ararsan kos Mevlana'ya
Yeniden dogdum dersin derya olur gidersin
Bir baskadir benim memleketim

Lay Lay...

Gozu pek yanik bagri turku soyler cobani
Zengin fakir hepside sevdali
Ben gonlumu eylerim gerisi Allah kerim
Bir baskadir benim memleketim

Havasina suyuna tasina topragina
Bin can feda bir tek dostuma
Her kosesi cennetim ezilir yanar icim
Bir baskadir benim memleketim

Lay Lay...

Anadolum bir yanda yigit yasar koynunda
Asiklar destan yazar daglarda
Kuzusuna kurduna Yunus'una Emrah'a
Butun alem kurban benim yurduma

Lay Lay...

Mecnun'a Leyla'sina erisilmez sirrina
Sen dost ararsan kos Mevlana'ya
Yeniden dogdum dersin derya olur gidersin
Bir baskadir benim memleketim

Lay Lay...

Gozu pek yanik bagri turku soyler cobani
Zengin fakir hepside sevdali
Ben gonlumu eylerim gerisi Allah kerim
Bir baskadir benim memleketim

 

“20 Temmuz - 14 Ağustos 1974 tarihleri arasında süren bu müdahale sonrası, 1975 yılında Kıbrıs Türk Federe Devleti15 Kasım 1983'te ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurulmuştur.”

“ Kıbrıs Barış Harekatı sonunda tarafların kayıpları şöyledir: Türk Silahlı Kuvvetleri, 415 Kara, 65 Deniz, 5 Hava, 13 Jandarma olmak üzere toplam: 498 şehit ve 1.200 yaralı vermiştir. Kıbrıs Türk tarafı ise, 70 mücahit ve 270 sivil ölü, 1,000 yaralı olmak üzere, Kıbrıs Türkleri genel olarak 1672 şehit ve binlerce yaralı vermiştir. Rumlar ve Yunanlar ise 4 bin ölü, 12.000 yaralı vermiştir.

 

Savaşın dışında olmasına rağmen BM Barış Gücü askerleri de kayıp vermiştir: 3 Avusturyalı asker ölmüş, 24 Avusturyalı, 17 Finlandiyalı, 4 İngiliz ve 3 Kanadalı asker 

de yaralanmıştır.”

 



18 Ağustos 2020 Salı

Hikâyelerimizdeki Melodilerden Esintiler 12


KIRMIZI GÜL DEMET DEMET

Işıksız gecelerde gökyüzü yıldızlarla kaplanır. Yanıp sönen milyonlarca deniz feneridir sanki her biri. Her biri yolunu kaybetmişlerin, kimsesizlerin, yalnızlığında kaybolup gidenlerin umut ışığı olur da konar gönüllere bir pervane misali.

Döne döne ateşe doğru uçar pervane, bilir yanacağını bilir küllenip külle, külde kalacağını. Yine de vazgeçmez aşkından, yine de yaklaşır ateşe boyuna. Yenilmez korkusuna, ölüm vız gelir ona. Daha daha diyerek uçar, adım adım sevgiliye koşar. Çıtırdar kanatları o geri dönmez. Pes etmez sesi duyulmaz, cismi görülmez olur.  Dokundu mu ateşe, artık yanar da yanar dumana boğulur, kül olup geldiği gibi savrulur…

 Çadır yaşamının en zoru gecelerdir, bitmek bilmez bir türlü. Çamura saplanmış yataklarda uyumaya çalışmak ayazda titremeden oturmak içilen birkaç kaşık çorbanın tadını bile alamadan tekrar acıkmak ve kurtulmayı ummakla geçer zaman. Düşünmek için çok vakit vardır. Gece ayazında düş kurmak da kâr etmez. Üşürsün, titrersin kat kat battaniyenin altında. Ne var ne yoksa yakılır mangalda, ama vız gelir gecenin ayazına. Mangal ateşi harlandıkça çevresinde uçan pervaneler çoğalır. Kokusu gelir yandıkça bilemezsin yanan kimdir yakılan yürekler midir usulca?

Çadırların önlerinde birer gaz lambası asılır. Tek ışık kaynağı, tek aydınlık bu gaz lambalarıdır. Öyle derin bir kokusu vardır ki insanın içini bayar, uykusunu getirir. Hala ne zaman bu kokuyu duysam ilk aklıma o çadır önü geceleri gelir.

 Kokusu baygın gaz lambası…

Pırıl pırıl bir Nisan gecesiydi, “Bu gece kuyruklu yıldız çıkacakmış” dedi biri. Merak ve korkuyla beklemeye başladık, “Acep ne ola ki” dedi başka biri. “Uğursuzluktur, bir felaket daha gelecek başımıza “dedi, yaşlıca biri. Daha bir korktuk. 

 Karanlıkta ellerimizin altındaydı adeta gökyüzü… Toplanıp mangalın kenarına beklemeye başladık. Başlarımız havada… Işıltılarını izledik yıldızların. Yanıp sönerek bize mesaj gönderiyorlardı. ‘Korkmayın yalnız değilsiniz. Uzaktayız biz ama siz yüreklerimizdesiniz’ diyorlardı adeta.

 Gecenin sessizliğinde bir bağlama sesi geldi kulaklarımıza, kuyruklu yıldız yoktu görünürlerde ama ince yanık bir türkü duyuluyordu. Arif abiydi bu. Elinde bağlaması, her zamanki taşının üzerinde bağdaş kurmuş söylüyordu.

Kırmızı Gül Demet Demet
Sevda Değil Bir Alamet (Balam Nenni Yavrum Nenni)
Gitti Gelmez O Muhannet 
Şol Revanda Balam Kaldı (Yavrum Galdı Balam Nenni)
Kırmızı Gül Her Dem Olmaz
Yaralara Merhem Olmaz(Balam Nenni Yavrum Nenni)
Ol Tabipten Derman Gelmez
Şol Revanda Balam Kaldı (Yavrum Galdı Balam Nenni)
Kırmızı Gülün Hezeli 
Ağaçlar Bekler Gazeli (Balam Nenni Yavrum Nenni)
Karayağızın Güzeli
Şol Revanda Balam Kaldı (Yavrum Galdı Balam Nenni)

 Gece, ayaz ve ayrılık türküsü… Gökyüzündeki yıldızlardan gayrı kimsesi olmayan, yaşamak için direnen bir avuç insan ağlıyordu… Felaketin üzerindeki açlığa, sefalete ayrılığın hüznü de eklenince acı katmerlenmişti, yanıyordu ocak olmuş yürekler tütüyordu dumanı kimsenin görmediği umut meşalesinde…

 Arif abi yanımıza geldi, helallik istedi kim var kim yoksa. Sabaha teskere almak için Kütahya’ya dönüyordu…

 Ben gitmedim yanına. Öylece durdum, hiç kımıldamadan. Mangalın başında, gözlerimi dikip ona baktım öylece yalnızca…

En son benim yanıma geldi. “Ne haber askerlik arkadaşım” dedi, güldü. Gülmedim ben. Ağlamadım da. Çömeldi, boyunu boyuma yaklaştırdı ve “Sana bir hikâye anlatayım mı?” dedi. Başımı salladım, evet anlamında.

“Gel öyleyse oturalım yerlerimize” dedi. Oturduk.

 “Hani az evvel söylediğim türkü var ya, işte onun hikâyesi…” Dinle hele” dedi… Dinledim.

 


Erzurum-Muharrem Akkuş-Nida Tüfekçi tarafından derlenmiştir.

 "Ali diye bir oğlan varmış zamanın birinde… Savaş patlak vermeden evvel gönül vermiş bir güzele, evlenmiş ve evliliğinin daha kırkı çıkmadan askere çağrılıvermiş. Ali sevdiği ile anasını baş başa bırakıp gidivermiş askere…  Askere gitmesinden epey bir süre geçtikten sonra savaşın bittiği haberi gelmiş köye, Ali'nin anası ile sevdiği mutluluk sarhoşu olmuşlar. Ali'nin içinde bulunduğu grubun şehre dönüş tarihi belli olunca da anası ve karısı başlamışlar hazırlığa. Ve o gün geldiğinde anası demiş ki: "Kızım ben gidip tren istasyonunda bekleyeyim oğlumu sende hazırlıkları tamamla evde" ve tren istasyonun yolunu tutmuş sabahın köründe. Başlamış beklemeye. Bir tren gelir biri gider ve oğlan gelmezmiş. Anası hava kararıncaya kadar beklemiş ama oğlan gelmemiş. Umudunu kesen ana, evin yolunu tutmuş.

Eve geldiğinde gelinin odasından sesler işitmiş, kapıya yanaştığında içerde bir erkek olduğunu anlamış yaşlı kadın. Ama kulağı iyi duymaz olduğundan anlamamış kimdir nedir? Bizim Anadolu'nun anası namusunu kirli bırakır mı? İçerden tüfeği kaptığı gibi odaya dalıvermiş ve yorgana doğru boşaltmış mermileri. Ortalık kan gölüne dönmüş. Bu arada yorgan sıyrılıvermiş yatağın üstünden. Birde ne görsün, iki yıldır askerde olan oğulcuğu ile ona gözü gibi bakan gelini yatağın içindedir…  Meğerse anası istasyonda beklerken az gören gözleriyle görememiş oğlunu, oğlanda koştura koştura eve gitmiş ve sevdiceğini yalnız bulunca dayanamamıştır. Bundan sonra ana zaten az olan aklını da yitirip yollara düşer ki ağzında bir türkü."

 Ayrılanlar, bağrı yananlar için söylene gelmiştir bu türkü gel zaman git zaman… Hasreti çeken bilir çekmeyen ne bilsin… Acı, ancak biley taşında bilendikçe azalır. Nasıl ki başak ezildikçe değirmende, un olup aşımıza katık olduysa ekmek olduysa insanoğlu da öyle pişecektir hayat fırınında…

 Her kıssanın hissesi bellidir… Anlayan anladığıyla kalır, anlamayan zaten hiçbir zaman anlamayacaktır… 



 

17 Ağustos 2020 Pazartesi

Hikâyelerimizdeki Melodilerden Esintiler 11

GAMZEDEYİM DEVA BULMAM 

Uyumak zordur kimi zaman. Ilık bir bardak sütün içine karıştırılan bal bile kar etmez bazen. Tatlı bir uykunun içinde gizemli âlemlere doğru uçarken birden uyanıp kan ter içinde evinde, yatağında hissetmek istersin kendini. Güvenmek gerekir hayata tazelemek umudu, sevinci bir daha… Uyku akar gözlerinden, sen dua edersin içinden görmemek için aynı kâbusu yeniden. Geçti çoktan o karanlık geceler dersin. Bilirsin gelmeyecek artık gidenler, akan ırmağın suyu dönmeyecek gerisin geriye bir daha…

Zil çaldı.

Zil çalar uyanırız. Zil çalar kalkarız… Zil çalar okula koşarız. Zil çalar, teneffüse çıkarız. Zil çalar midelerimiz okul kantininden 25 kuruşa, hamur olmuş lahmacunları alır sustururuz bu zili. Sıcak sıcak sepetinden çıkan lahmacunlar mis gibi kokarlar.  Ellerimiz yanar, midelerimiz doyar.

Çil çalar sınıflardan fırlarız, ellerimizde çantalarımız… Başlarız hep bir ağızdan;

“Zil çaldı. Ördek suya daldı. Zil çaldı.”

Önce bahçeye, sonra atarız kendimizi caddeye. Kimi koşturur nedense. Kimi sakindir her zaman ki gibi. Kimi arkadaşının girer koluna. Kimi yürür okul yolunda, yalnız başına…

Oyundur her şey nasılsa, çocuk olunca!

Okul yolu düz gider

Çocuklar bayram eder.

Öğretmenler olmasa

Emekler boşa gider.

Okul yolu taş olur

Çalışkanlar baş olur.

Tembel tembel gezenin

İki gözü yaş olur.

Şarkı söyleyerek okuldan çıkmak ve neşeyle o çantaları sallamak ne keyiftir bilene…

Kızlar bir grup, erkekler başka bir grup yürürler evlere doğru. Sokağına gelen ayrılır gruptan, ertesi günü görüşmek üzere…

Cumartesileri okul yarım gündür. İstiklal marşı söylenip göndere bayrak çekildi miydi başlar hafta sonu tatili…

Bir Cumartesi günüydü. Gelenler pek azdı okula. Biz bir avuç çocuk çıktık yola. Üç kız bir arada, bir de biraz uzağımızda “Narkissos”la;

Birden durdu ve dedi ki “Kim bizim eve kadar çantamı taşımak ister?”

Havada bulduk parmaklarımızı bir anda…

Kızların ona olan ilgisinin farkında, kendine duyduğu özgüvenle bu tablo karşında, mağrur gülümsedi…

“Kura çekelim o zaman aranızda” dedi

“Gerek yok” dedim ben. “Üçümüz de taşırız”.

“Nasıl olacak o” dedi.

“Üst yoldan gideriz, her birimiz bir sokak taşır”. Dedim

Ve elinden kaptığım gibi çantasını, baktım arkamda kala kaldı…

Öğrenmek için evinin tam yerini, işte bu iyi bir fırsattı…

Üç sokak dolaşıp getirdik çantasını evine. Konuşmak için bulduk bir sürü bahane. Kendini beğenmişliğini perçinlemek miydi niyeti, yoksa evini öğrenmemizi mi istemişti bilemedim. Ama öyle çok konuşup öyle çok güldük ki. Birlikte olmak ne kadar da keyifliydi onunla. Bildiğim tek şey bundan sonra, aklımın yalnız ‘O’nda kaldığıydı…  

23 Nisan törenleri için öğretmenimiz bir tiyatro oyunu sahnelemek istiyordu. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler oynanacaktı. Türkçesi ve ezberi iyi olan öğrenciler arasından bir seçme yapıldı. Ancak Pamuk prenses ile prens rolü ikişer kişi arasında paylaştırıldı. Hangi grup daha iyi ezberler ve daha iyi oynarsa, onlar sahneye çıkacaktı… 

Seçilen prenseslerden biri bendim, seçilen prenslerden biri de “O”.

Fakat ayrı gruplardaydık.  Ne olurdu sanki birlikte oynasaydık. Ben başka bir prensle provaları yapıyordum, o başka bir prensesle… Hayal kuruyordum her gece ikimiz seçiliyorduk, ben beyaz elbisem ve tozpembe pelerinimle çıkıyordum karşısına… Uzun saçlarımda pembe yapma çiçeklerden bir taçla… Bana kırmızı gül uzatıyordu reveransla… Gülü nazikçe alıyor ve kokluyordum yavaşça…

Seçimler yapıldı, sonuç açıklandı. Bizim grup kazanmıştı. Sevinmeli miydim yoksa üzülmeli mi bilemedim…

Pamuk prensi oynayacaktım evet ama neredeydi hayallerimdeki prens karşımda?

Okuldan ilk ben çıktım, çünkü dayanamamıştım. Eve gelene kadar ağladım. Hayaller ile gerçeklerin farkına ilk kez vardım… Radyomuz yetişti imdadıma bıraktım kendimi onun beni saran huzuruna. Barış Manço söylüyordu daha önce olduğu gibi yine o yumuşak sesiyle, yine Uşşak makamından sımsıkı yakalıyordu beni…

Gamzedeyim deva bulmam garibim bir yuva kurmam 

Kaderimdir hep çektiğim inlerim hiç reha bulmam 
Elem beni terk etmiyor hiçte fasıla vermiyor 
Nihayetsiz müteakiben doğrusu ömür yetmiyor 
Elem beni terk etmiyor hiçte fasıla vermiyor 
Nihayetsiz müteakiben doğrusu ömür yetmiyor.

Tatyos Efendi’nin en tanınmış eserlerinden biri olan bu şarkı, yol arkadaşım olacaktı bundan böyle uzun ince hayat yolculuğunda… Yaşanacak her hayal kırıklığında ilk kucağını o açacak, birlikte daha nice badireler atlatılacaktık.  Yeniden doğrulup, topladığımız kırıklarla devam edecektik uzayıp giden bu bitimsiz yola…

 Yıllar sonra bir gün, bu eski dostu tanburumla çalmak bizzat nasip olacaktı bana…

 








Hikâyelerimizdeki Melodilerden Esintiler 10

KÜTAHYA'NIN PINARLARI  

Murat dağı ne kadar uzakta anne?

Bahar gelmiş midir kırlara?

Papatyalar açmış mıdır doyasıya?

Gelinciklerle kelebekler dertleşirler mi hâlâ?

Nerede evimiz şimdi?

O da komşularımız gibi cennete mi gitti?

Artık götürmeyecek mi “Muavin abim “beni Kütahya’ya…

Kanaryama yem alamayacak mıyım bir daha?

Ya anılarım?

Nereye saklandılar, hangi kuşun kanadına kondular?

Patlayan 'Mavi Balon'um muydu yalnızca?

Depremin ilk gecesini sabaha kadar ortaokulun bahçesinde geçirmiştik. Yağan yağmurun etkisiyle yangın sönmüştü. Ama ölenlerin çoğu yangından kaçamayanlardı. Kütahya’dan gelen ilk yardım ekibinde, görevli babam da vardı. Bizim güvende olduğumuzu öğrenir öğrenmez sabahına gitti görevinin başına. Enkaz kaldırma çalışmalarına…
 
Gün ağardığında Kızılay geldi ilkin, sağ kalanlar için çadır kent kurdular. Bizi yağmurdan korumaya yarayan, üzerlerimize kapalı beyaz Kızılay çadırları yeni evimizdi artık. Aş evi kuruldu, kadın ve çocuklara yardım ekipleri bakıyordu.
 
Evimiz yıkılmamıştı, temelden dönmüş, duvarları çatlamıştı. Bütün eşyalarımız içeride kalmıştı. Kaç günde kurtarıldı, çıkartıldı hatırlamıyorum. Ama bir keresinde gitmek istedim. Beni de götürdüler. Merdivenleri gördüm. Çıkamadım yukarı. Arası öyle açılmıştı ki, gece yarısı oradan nasıl aşağıya indiğimizi anlayamadık bir türlü. Evimizin karşındaki hamam bütünüyle yıkılmıştı. Ne çok severdim o hamamı... Her yer enkaz altındaydı, evlerini terk etmek istemeyenler, çadırlarını yıkıntıların önlerine kurmuşlardı. Yürüyordum nereye bastığımı bilmeden, molozların altında kim bilir kimler yatıyordu… 
 
Meydanlığa geldiğimizde doğduğum kasabanın yerle bir olduğuna tanıklık ettim. Belki de bu yüzden gelmek, görmek istemiştim.
 
Tarihe bakan gözlerimin diyaframı olabildiğince açık, beş yaşında ilk fotoğraflarımı çıplak gözlerimle çektim.


 
Kanaryam kurtulmuştu, kafesinde mutluydu. Ne bulursa onu yiyordu, bizim gibi onun da seçme şansı yoktu. Sağ kurtulmuştuk ya, gerisi boştu…
 
Bir sabah “Arif Arif” diye seslenerek çıktım çadırdan dışarı.
“Efendim “dedi bir ses…
Şaşkın dönüp baktım ki, bir çift mavi göz gülümseyerek bana bakıyordu…
“Beni mi arıyorsun” dedi…
“Hayır! Kanarya mı” dedim…
“Kahkaha attı, Arif mi senin kanaryanın adı?”
Başımı evet anlamında salladım…
“Gel bakalım o zaman, biraz sohbet edelim” dedi…
 
Askerliğini Kütahya’da yapan Arif abiyle böyle tanıştık. Aslen Erzurumlu olduğunu, askerlik görevi için Kütahya’da bulunduğunu, depremle görevli olarak geldiğini, enkazdan yaralıları nasıl kurtardığını anlattı bana… Benim çok cesur bir çocuk olduğumu söyledi sonra, soramadım neden diye?  Ben de Kanaryamı getirip tanıştırdım onunla… İki adaş pekiyi anlaştılar…
 
Cebinde küçük bir el radyosu taşırdı Arif abi. Radyosunu açmadığı zamanlar, kendi söylemeye başlardı türküleri. Köyündeyken bağlama çaldığından bahsetmişti bir keresinde. Ailecek sevmiştik onu. Çadırımızın önünde iki koca taş vardı, sanki bizim için oraya konmuş gibi. Oturup üzerine sigarasını içerdi. Ben de diğerine otururdum, o anlatırdı ben dilerdim. Masal gibi, yalnızlığı paylaşır gibi, iki dost gibi… 
 
Bir yavuklusu vardı Ahmet abinin köyünde, ismi Ayşe; kocaman kara gözleri varmış söylediğine göre… Nişanlanmak istemiş gitmeden askere, “askerden dön gel salimce, sonra demişler” gün sayardı bu yüzden ha bire. Birliğinden ayrı biz gibi çadırlarda kaldığı için ne mektup yazabilir ne de mektup alabilirdi. İşi olmadığında gelir oturur taşının üzerine türkü söyleyip dururdu, sigarası elinde…
 
İlk onun radyosundan dinlemiştim bu türküyü… Çok sevmiştim, mavi gözlerindeki hasreti görüp gönlünün sesini işitmiştim…
 

 


Kütahya'nın pınarları akışır
Devriyeler kol kol olmuş bakışır
Asalı'ya çuha şalvar yakışır
Aman aman Vehbi öyle de böyle olur mu
Ah ben ölürsem dünya sana kalır mı
Salın gelip musallaya dayandı
Kar beyaz Vehbim al kanlara boyandı
Seni vuran oğlan nasıl dayandı
Aman aman Vehbi öyle de böyle olur mu
Ah ben ölürsem dünya sana kalır mı
Yöre: Kütahya
Kaynak kişi: Ahmet İnegöllüoğlu (Hisarlı Ahmet)



 

GEDİZ DEPREMİ – 28 Mart 1970

28 MART 1970 DEPREMİ

        
“Gelen baharın ılık güneşi altında Gediz’de yine pazar kurulmuş ve insanlar yorucu bir günün ardından yatmaya hazırlanıyordu.
 Saatlerin 23.05’i gösterdiği an, aniden yerin derinliklerinden gelen Richter ölçeğine göre 7.2 şiddetindeki deprem, ilçenin üstene korkunç bir kabus gibi çökerken Gediz’i de bir anda yurt ve dünya gündeminin başına oturtuverdi.

Zifiri bir karanlık ve karanlıktan kopup gelen çığlıklar, yardım dileyen acı dolu iniltiler, yangınlar, cayır cayır yanan insanlar, korku, dehşet, çaresizlik ve aniden başlayan yağmur...


 1970 Gediz Depremi, ilçe tarihine işte böylesine acılar yaşanan bir felaket olarak geçti. Ateş her zaman düştüğü yeri yakardı. O gün de öyle oldu. Ancak ateş bu kez 26 bin konutun üstüne birden düşmüştü.

Her şey altı saniyede olup bitmiş, deprem 1086 can almış, 1258 kişi de yaralanmıştı. Deprem 13.250 km2’lik alanda yıkıma neden oldu ve Türkiye’nin %45’inde hissedildi. Bu alan içinde 9.473 bina yıkıldı ya da ağır hasar gördü.”


          
 Kaynak: Eski Gediz Belediye Başkanlığı

“İlçemizde 1970 yılında meydana gelen Richter ölçeğine göre 7,2 şiddetindeki deprem ile ilgili yeni fotoğrafla ortaya çıktı.

 Fotoğrafları Antalya İlinde yaşayan Cengiz ÖZTUÇ Kaymakamlığımıza gönderdi.

 1970 yılında İstanbul Üniversitesi Fizik Matematik Öğretmenliği bölümünde okuyan Cengiz ÖZTUNÇ Üniversite Rektörlüğü tarafından gönüllü 20 öğrencinin Gediz’e yardım amacıyla gönderildiklerini, Gediz’e gelerek yardıma ihtiyacı olan herkese yardımda bulunduklarını belirtti.

O tarihte çektiği fotoğrafları bugüne kadar sakladığını ve 61 adet fotoğrafı Kaymakamlığımıza gönderdiğini ifade etmiştir.

Cengiz ÖZTUNÇ’un göstermiş olduğu bu duyarlılık nedeniyle Gediz Kaymakamlığı olarak bizlerde kendisine Gediz halkı adına teşekkür ederiz.”

Kaynak: Gediz Kaymakamlığı


İşte o fotoğraflardan bazıları:

Gediz Depreminin üzerinden tam 51 yıl geçti. Eski Gediz- Yeni Gediz diye ikiye ayrıldı kasaba…

Yeni Gediz’de her şey yeniden kuruldu… Eski Gediz onarıldı ve tarihi kasabalarımızdan biri olarak zamana direnmekte hâlâ…

Ama hafızalarımızda kalanlar tazeliğini koruyor, beyinlerimizde çektiğimiz fotoğrafları anlatmaya kelimeler yetmiyor…


Dilimiz döndüğünce yüreğimizden gelenler, geldikleri gibi yalın, yalansız, hilafsız, kendiliğinden kağıtlara dökülüyor… Okuyucuyla buluşuyor…









 





16 Ağustos 2020 Pazar

Hikâyelerimizdeki Melodilerden Esintiler 9

ADALARDAN ÇIKTIM YAYAN (BOŞ BEŞİK)

Geceydi, koyu kapkaranlık bir gece… Zifiriydi gözlerimiz, seslerimiz, ellerimiz bile… Korkuya yenilmez böyle zamanlarda, hayatta kalmaktır asıl amaç. Nefesini tutup beklersin ölümün avucunda sol yanın hızla atmakta. Kanaryam kafestedir, ne yapsam ötmez. Candır o da nasılsa. Bekler biz gibi sığındığı köşesinde kâbusun geçmesini… Gördüğümüz eğer kâbussa… Çabuk uyanalım ne olur diye yumar gözlerini o da sımsıkı umutsuzca…

 Geceydi. Çocuklar için geçti. Ama geçmedi o üç-beş dakika… Bitmek bilmedi bir türlü, sallandı sallandı, dinmedi uğultusu. Sarıldık mı birbirimize? Korku muydu titreten bizi soğuk mu bilemedik? Çocuktuk, nerden bilecektik? Sabahına pasta yiyecektik… Doğum günü pastası, sürpriz yapacaktık abime, ne çok eğlenecektik… 14 yaşı bitiyordu, 15’inden gün alıyordu. Elinde bir fenerle çıkış yolu arıyordu karanlıkta, düşüp yere takılıyordu…

 “Telefon edelim anneme” dedim. Hatırlıyorum, sesim nasıl çıktı, başka ne dedim bilemiyorum.

Yan odaya geçtik, telefona uzandık, kurtuluşumuz bir ahize uzağımızdaydı. Az önce konuşmuştum ya… İyi geceler, iyi uykular, tatlı rüyalar dilemiştim ahizenin ucunda… Neden çalışmıyordu peki şimdi? Duvarda neden sessiz duruyordu, eriştirmiyordu bize annemizi?

 Kurtuluşumuz duvardaydı,

Bir telefon uzağımızdaydı…

“Elektrikler kesik çalışmaz ki” dedi teyzem

“Dışarı çıkalım” dedi abim…

“Sarhoşlar var çıkmayalım” dedi teyzem.

 Bir şey demedim ben.

 Ne deseydim. Annem iş’te babam başka şehirde, biz yalnızız evde işte… Dışarısı soğuk, evimiz soğuk, ellerimiz buz kesmiş, üşümüş yüreklerimiz… Karanlık… Soğuk… Kırık bir umut… Neden sonra buldu abim gaz lambasını, yakmak için kibrit ararken bir ses geldi ünleyen! Kapıyı açtık bir de baktık ki annem…

 Telaşla sarıldık birbirimize, vuslat hiç bu kadar güzel olmamıştı. Ama çıkmak gerekti evden, bir battaniyeye sarıp beni, kucakladı annem.

 Soğuktu, olabildiğince soğuk… Dişlerim birbirine vuruyordu. Karanlıkta yürüyorduk, nereye hiç bilmiyorduk. Sesler geliyordu, duymaya çalışıyorduk… El fenerleri bir yanıp bir sönüyordu. Işık vurunca görebiliyorduk yolu. “Hamam yıkılmış” dedi biri. “Meydana gidelim orası açıklık” dedi başka biri… Nereye bastığımızı bilmiyorduk, arada bir takılıp düşüyorduk… Sıkıca sarılmıştım boynuna annemin. “Dua et kızım” dedi annem kulağıma, “Dua et”. Dua etmeye başladım. Ezberlediğim iki sure vardı… 5 yaşındayım daha… Başladım onları okumaya… Kevser ile İhlas surelerini hiç bu kadar çok okumamışımdır.

 Kalabalıktı. Bağıranlar, feryat edenler… Çığlık attı biri, “Eyvah! yangın çıktı”

 ”İtfaiye nerde?”  dedi başka biri… Çıkaralım dediler, ama çoktan yıkılmıştı itfaiye, bir tek aracı vardı Gediz’in oda enkaz altındaydı…

 Meydandaydık artık, canını kurtaranlar toplanmıştık. Sarsıntı sırasında devrilen sobalardan çıkmıştı yangın. Kerpiç ve yığma evlerden kim kurtulabildiyse oradaydı, ya geride kalanlar? Ya yangın?

“Bari yağmur yağsa” dedi biri. Yangını söndürmenin başkaca yolu yoktu anlaşılan.

“Allah’ım ne olur yağmur yağdır” dedim içimden, dua ettim. Ne olur Allah’ım yağmur yağsın. Başka bütün cümleler bitmişti… Hep aynı şeyi tekrarladım… Allah’ım ne olur yağmur yağsın… Allah’ım ne olur… Allah’ım yağmur!

 Yangın artan rüzgârın etkisiyle hızla ilerliyor, postaneye doğru geliyordu. “Kuranportörü kurtaralım” dedi annem, ekmek teknesiydi. Daha az önce orada değil miydi? Birkaç kişi atıldı hemen, postaneye koştular.  Dış dünya ile tek iletişimimizi kurtarmak için atıldılar. Kadınlar ve çocuklar bekliyordu. Yangının sıcaklığı yüzlerimize vuruyordu, elimiz kolumuz bağlı izliyorduk uzaktan. Alevlerin aydınlığında görebiliyorduk birbirimizi, olanı biteni ancak anlayabilmişti ahali. Herkes tanıdıklarını soruyordu komşusunu, akrabasını. Eş dost kim varsa haber almaya çalışıyordu. Enkaz altında kimlerin kaldığı, bulunmaya çalışılıyordu…

 Arkadaşlarımı düşündüm ben de aklıma gelenleri, kurtuldular mı acaba diye? Ama soramadım sesim çıkmıyordu. Kurduğum tek cümle vardı.

  “Allah’ım ne olur yağmur yağsın”. Yoksa bütün Gediz yanacaktı... “Allah’ım ne olur yağmur”

 Kuranportör kurtarıldı, meydana taşındı. Yangın postaneye ulaştı. Ve yağmur yağmaya başladı… İnsanlar sevinç çığlıkları attılar. Saçak altına sığındı kalanlar. Postaneye ulaşan yangın kesti hızını, adeta durdu ve kaldığı yerde devam etti, için için sonra söndü.

 Sabaha kadar beklemek gerekiyordu yardım için. Beklenecek bir yer yoktu. “Ortaokulun bahçesine gidelim” dediler. İlçenin dışındaydı epeyce, bir grup kadın ve çocuk başladık yürümeye…

 Geceleri uykuya varmadan önce mutlaka dinlediğim iki plağım vardı. Her gece birini dinlediğim. Bu gece yatmadan evvel de bunu dinlemiştim…



Adalardan çıktım yayan

Dayan bu dertlere dayan
Nenni nenni nenni nenni nen ni
Nenni nenni nenni bebek ey

Bebeğin beşiği çamdan
Yuvarlandı düştü damdan
Bey babası gelir Şam'dan
Nenni nenni nenni nenni nen ni
Nenni nenni nenni bebek ey

Bebeğin beşiği bakır
Yerinden kalkmıyor ağır
Ben sallarım tıkır tıkır
Nenni nenni nenni nenni nen ni
Nenni nenni nenni bebek ey
  

Uykuma kaldığım yerden devam edebilir miyim artık? Beş yaşındaydım? Uykum var? Çok uykum var…Uykum… çok … var

 Muzaffer Akgün’ün o yanık sesi kulağımdaydı… Uşşak makamındaki türküsü, Mart ayının 28.’inde zemheri soğuğunda, abimin doğum gününde sıcak bir çorba gibi ısıtıyordu ruhumu… 

Bebeğim uykudan uyan
Nenni nenni nenni nenni nen ni
Nenni nenni nenni bebek ey…

 Kaç beşik boş kaldı bu gece? Kaç anne söyleyecek artık bu türküyü bundan böyle?

 


 

15 Ağustos 2020 Cumartesi

Hikâyelerimizdeki Melodilerden Esintiler 8

HASRETİNLE YANDI GÖNLÜM- 
SEHA OKUŞ - Türkan Şoray – Dönüş Filmi

Uzadıkça uzar yaz geceleri ılık ılık eserken meltemin yeli, hanımelinin kokularını yaseminlere taşır. Yaseminlerden alır leylaklara, leylaklarınkini mor salkımlara uzatır. Sarar sevdiceğinin boynunu sarmaşıklar gibi dolanır yoksul evlerin duvarlarına. Sevda yârin düşüne gebedir ama her yar ‘yâr’ mıdır yârene acaba? Düşlerine giriverir de en derin anında, bir de bakmışsın usulcacık pembe tozlar bırakıvermiş serin sabahına

 Gündüz yangın yeri gibidir hava, kavurur atar. Nefes aldırmaz kimseye, böyle zamanda ortalığa çıkılamaz. Ama güneş batmaya yüz tuttu mu bir serinlik iner, ferahlar ortalık birazcık. Gölgelikler kaldırılır balkonlar, sahanlıklar yıkanır, bahçelere minderler atılır. Mahalleli sokağa doluşur. Çoluk çocuk yaşamaya başlar adeta. Alışverişe ancak bu vakit çıkılır. Artık top oynamak ip atlamak zamanıdır. Mutfaklardan kızartma kokusu yayılır etrafa. Ekmek arası yapılıp, tutuşturulur küçüklerin ellerine. Ayranlar çalkalanır bir taraftan, buzlu buzlu doldurulur bardaklara. Pide kuyruğunda bekleyenler koşarak gelirler elleri yana yana. Eve girmeden daha hemen oracıkta yarılarlar pideyi çocuklar ve beklerler ezan sesini.  Bekler bütün ahali.  Ne zaman ki Hacı Hamza Camisinin müezzini, “Allahu Ekber” dedi miydi? Hep beraber başlar iftar vakti…

 Hemen hemen yoktur tutmayan orucu Ramazan’da. Yaş bir kere yediyi geçti miydi kim var kim yoksa alır nasibini oruçtan yana. Kimi tekne orucu tutar, öğleye kadar, kimi bir-iki gün ama mutlaka orucun tadına bakar. Kimse bizi çocuktan saymadığı için bilfiil otuz Ramazan tutarız orucumuzu. Zaman kısadır iftarla sahur arası, uyumadan bekleyip sahurdan sonra yatarız. İftar edilip üzerine az şekerli kahveler içildiğinde erkekler teravih namazına giderler. Koca Sinan’dan kalma olduğu söylenen Hacı Hamza Camisi, erkekleri bekler. Kadınlar namazlarını evde eda ederler.

 

Sahur vaktine kadar mahalleli ayaktadır… Kimileri komşuluk ederler birbirleriyle, kimileri çoluk çombalak uzanır sahile. Samatya’ya kadar gidilip gelene yürüye yürüye, ancak hazmeder yemekler. Sahura kadar açılsın diye midede yerler. En sevdiğimiz eğlence dondurma yemektir sahilde. Gündüzün yanan içimize ferahlık verecek diye dört gözle beklediğimiz an o andır. Tutulan uzun orucun mükâfatıdır…

 

Gece gezmesi yapılmayacak ise evde oturulup televizyon izlenir. Malum ya siyah beyaz tek kanalımızda, ne varsa şansımıza. Renkli çekilmiş zamane filmlerini, artık düşlerimiz renklendirir.

İşte böyle bir akşamda izlenmiştir Türkan Şoray- Kadir İnanır’ın filmi… Dönüş…



Gülcan, (Türkan Şoray) kendisi gibi bir köylü olan İbrahim (Kadir İnanır) ile evlenmiştir. Borç harç bir tarla alınmıştır ama, köyün ağası (Bilal İnci) göz koyduğu Gülcan’la izin vermez mutlu olmalarına. İbrahim Almanya’ya çalışmaya gider. Gülcan bebesiyle kalır bir başına. İbrahim’inden gelen mektupları okutur artık kimi bulursa. Köylü şikâyet edince de gider köy öğretmeninden okuma yazma öğrenir. Köy ağası boş durur mu? Kendine yüz vermeyen Gülcan’ı rahat bırakır mı? Öğretmenle – Gülcan’a iftira atar. Köylüler Gülcan’ı dövüp evine hapseder. Bununla da kalmayıp dereden geçen Gülcan’a saldırırlar bebek dereye düşer ve oracıkta boğulur. Ama çocuğu gömmek istemez Gülcan, babası gelsin diye bekler. İbrahim ise artık Almanyalı olmuştur, kendine başka bir hayat kurmuştur. Ne aklında Gülcan vardır ne de oğlu. Bir Alman kadınla yaşamaya başlamıştır. Üstelik bir de çocukları olmuştur. Gülcan yolunu gözler İbrahim’inin… Kendini korumak uğruna, umutla, sabırla, hasretle bekler sevdiceğini… Ne bilsin olanı biteni…

 Öğretmen gitmek zorunda kalır köyden. Giderken de bebeği gömmesi gerektiğine ikna eder Gülcan’ı. Ağa bu bırakır mı peşini garip Gülcan’ın. Kendine evet demezse, devam edeceğini söyler işkencelerine. Bunun üzerine Gülcan pusu kurar öldürür Ağayı. Ve…




Trafik kazasında biricik sevdiği İbrahim ile Alman sevgilisin cesetleri görür. Ona ağlayarak gelen bebeciği fark eder.

Sevdasının, çilesinin, bebesinin yasını bile tutamayan Gülcan, merhametini kucağında taşır, bebekle oradan uzaklaşır…

 


Hikâyelerimizdeki Melodilerden Esintiler 7

GÖRECEKSİN KENDİNİ

Ağaçlara dokundunuz mu hiç? Elinizi kabuklarında gezdirdiniz mi bir kerecik olsun? O sert dokularına sürdünüz mü yüzünüzü? Anlamak için onların sessiz dostluğunu, dokunun yeter… Deneyin, önce kapatın gözlerinizi ve sarılın bir ağaca, sıkı sıkıya… Korkmayın sarılın, insanoğlu gibi vurmazlar sizi arkanızdan. Merak etmeyin hisseder bir ağaç sevildiğini ve sessizce teşekkür eder yapraklarının arasından, onun size seslenişini dinleyin. Tanımaya çalışın onu, hangi ağaç olduğunu bulmaya çalışın. Kokusundan, dokusundan, yapraklarından belki ona ulaşmaya, köklerinden inmeye çalışın toprağına. Pişman olmayacaksınız!

 Okulumuzun küçük bir bahçesi vardı içinde çokça ağacı olan. Teneffüslerde soluğu doğruca bahçede alırdık. Beton zeminden kurtarıp kendimizi atardık ağaçların kucağına, toprağa oturup beslenmelerimizi yerdik. Zil çaldı mı yayından fırlayan oklar gibi birbirimizi itekleyerek ağaçları kapmaya koşardık.

 

İlkokul üçüncü sınıftaydım. Büyük küçük bütün çocukların tek eğlencesi bu ağaçlarla oynadığımız “Ağaç kapmaca” oyunuydu. Kızlı erkekli karışık oynanan neredeyse tek oyundu. İlk kim tutarsa ağaç o teneffüs onun olurdu. Sona kalıp hiç ağaç tutamayan ise ebe olurdu. Eğer teneffüsün sonuna kadar kapamazsa bir ağaç, diğer teneffüs yine ebe o olurdu.

 

Duvarın dibindeki ağaca göz dikerdim genellikle. Pek kimse istemezdi meşe palamudunu. En uzak o diye diğerlerine.

O gün yine kapayım derken, birde baktım O da kapmış benim palamudumu. İkimiz aynı anda sardık gövdesini ağacın, ellerimiz değdi birbirine… Gözlerimiz gözlerimize… Su yeşili nasıl bir şeydi bu böyle! Sarı saçları omuzlarına dokunmaktaydı. Beyaz teni parlak, gözlerimin içine bakarak,

 “Tamam ebe ben olayım” dedi ve gitti…

  Yüreğimi de alıp, sarıldığım ağaca sımsıkı beni bağlayıp…

 Okulumuza ve sınıfımıza yeni gelmişti. Babası hava subayı olduğu için başka bir ilden tayin olmuşlardı. Annesi Türkçe öğretmeniydi. O yüzden mi nedir Türkçesi çok iyiydi, hikâyeleri hep ona okuturdu öğretmenimiz. Ses tonundaki yumuşaklıkla onu sonsuza kadar dinleyebileceğimi düşünürdüm. Kelimeler ağzından tek tek çıkar, virgül ve noktalarda nefeslenir ve tekrar okumaya başlardı.

Türkçe derslerini sevmeye başlamıştım artık. Sadece Türkçe derslerini mi acaba?

 Kızlar teneffüslerde kol kola gezerken bahçede, kendi aralarında fısıldaşıp konuşurlardı, ama değilsen gruplarından seni aralarına almazlardı.

Gruplarından değildim, bana göre değildiler. Tek bir arkadaşım vardı samimi olduğum o kadar. Annelerimiz birbirimize gitmemize izin vermiştiler. Eve dönüş yolunda oradan buradan konuşturduk, beraber ödev yaptığımız da olurdu. Bir gün dayanamadık ve açıldık birbirimize. Böylece su yeşili gözleri olan çocuğunun nerede oturduğunu öğrendim, bir kız kardeşi olduğunu, futbol oynamayı çok sevdiğini. Çocuklukta aşk başkadır. Bir oyuncağı paylaşır gibi paylaşırsın sevdiğini, kıskanmak aklının ucuna bile gelmez, bilirsin senin olmadığını, bilirsin hiç kimsenin olmadığını…

 Olabildiğince özgürdür AŞK çocuklukta, büyüdüğünde HİÇ olamayacağı kadar.

 Hayalinde senindir çünkü. Elini tutamaz, gidip dokunamaz, konuşamazsın bile ama… Adını söylersin içinden. Defterine kenar süsü yaparsın baş harflerinden. Kimse anlamasın diye rumuzlu boyarsın her harfini gök kuşağı renginde. Ağaçlar bilir tek sevdanı, sır saklayan o ağaçlar her şeyi bilir. Bilgece gülümserler sana, otururken gölgesinde, gözlerin dallarında, başlarsın bülbül gibi şakımaya…

 


Çocukluk rüyanda 

Mutluluk arayan 
Elele okul yolunda 
Aniden başlayan 
İlk gönül macerasında 
Aşkına inanmayıp 
Akan gözyaşımda 
Görecek göreceksin kendini 
O kırılan aynada 
Beni ve ölümsüz sevgimi
Her genç kızın hülyasında 
Sevgiyi inkâr eden 
Bu bencil ve nankör dünyada 
Köşesine büzülmüş 
Hayattan korkanlarda

 Nilüfer ve Göreceksin Kendini.  O yıl çıkmıştı plağı ve evlerimizde halen misafir muamelesi gören siyah- beyaz televizyonlarımızda çokça yayınlanır olmuştu. Sözlerini ezberlemiştik. Hayatımızı uydurmuştuk hatta bu sözlere. Küçücük yüreklerimize kocaman sevdalar sığdırmıştık bu sayede…

 Nergis çiçeklerinin gölgesinde…

 


Narkissos’un hikayesini okuduk bir gün Türkçe dersinde, ‘su yeşili’ okumuştu, o yumuşak güzel sesiyle…

“Efsaneye göre dünyanın en güzel, yakışıklı erkeği Narkissos, Karaburun’da yaşar. Bu güzel ve yakışıklı erkeğe civarda yaşayan tüm kızlar, hatta periler bile aşıktır.

Narkissos’tan yüz bulamayan perilerden biri Tanrı Zeus’a yalvararak Narkissos’un cezalandırılmasını ister. Tanrı perinin bu isteğini kabul eder ve

 “Başkalarını sevmeyen kendisini sevsin”der.

 Erkek güzeli Narkissos bir gün su içmek için göle eğildiğinde suda kendini görür ve kendi kendine âşık olur. Kendine bakmaya doyamaz, aşkına karşı koyamaz ve yine kendine bakarken bir gün düştüğü gölde boğulup ölür.

Narkissos’a aşık periler sevdikleri yakışıklı adamı sudan çıkarıp gömmeyi düşünürlerken, sudan hiç bilmedikleri, görmedikleri bir çiçek çıkmaya başlar. Periler rengiyle, kokusuyla çok beğendikleri çiçeğe Narkissos adını verirler. Nergis adı da buradan gelir.”

 Bizim şehrin varoşunda kalmış okulumuzun en yakışıklı çocuğuna da, bu hikâyeden hareketle Narkissos adını verdi kızlar. İki  “S” den ilkine vurgu yaparak…

 Tatmak için aşkın tadını, nasibimiz ölçüsünde sahiplendik bizde bu ortak aşı… Eros’un kepçesinden artık ne düşerse kısmetimize… Farklı düşler, farklı hasletlerde…  

FAKAT! Aynı aşkın ümitsiz hasretinde…