30 Ağustos 2020 Pazar

Hikâyelerimizdeki Melodilerden Esintiler 14

KOL DÜĞMELERİ - BARIŞ MANÇO

Nedir düş gören için tatlı bir uykunun satır aralarına sıkıştırdığı birkaç küçük dize mi? Hani birdenbire uyanıp gecenin derin uykusundan, yastığın altındaki küçük defterimize ellerimizi uzatan… Gece demeyip gündüz demeyip düşlerimizden sarı sayfalara damlayan, kalemimizin ucundan sessizce kâğıtlara akan…

Düşüne düşüne düş görülebilir mi? Yoksa görmek için düşlediğimizi göz kapakları hiç inmemeli mi? Düşlediğimiz düşümüzden düşerse düş sütunlardan aşağıya, kim yakalar sonra bizi? Bu yüzden mi düşeriz düşlerimizden sürekli? Peki, her düşüşümüzle sil baştan gördüğümüz aynı düş değil mi? Ya gözlerimiz açıkken gördüğümüz düşler? Başkalarının düşlerinde gezen gezginleriz de düşteyiz mi sanıyoruz acaba kendimizi?

 Bir düştür aşk! Başlı başına bir düş. Uyanmak istemeyeceğin, uyanmamak için direneceğin, ama hep uyanacağım korkusuyla yüreğin ağzında bekleyeceğin kocaman bir düş. Ne zaman, nerede, nasıl uyanacağını bilmeden yürüyüp gittiğin bir sevilesi düş…

 

Düşü olmayanın aşk kokusu olur mu? Olmaz…  Düşü olmayan düş kırıklığına bile uğrayamaz. Düş kırıklığına uğramayanın canı acımaz, yüreği yanmaz ağlayamaz geceden gündüze gündüzden geceye. Ağlamayan yürek pas tutar taşlaşır zamanla ve taşlar balyozlarla kırılınca toprak çıkar açığa.

 Oysa taşların arasından kendine küçücük bir toprak bulan tohum yeşerir filiz verir, çiçek açar… Yeryüzü bir anda taşlaşsa ne olurdu? Yanıtı çok basit, hayat dururdu. Taşlaşmış gönüllerde de hayat böyle bir anda duruverir aşk olmasa.

  Aşk üzerine yazmayan kalmış mıdır? Ne kadar yazılıp çizilse de asırlardır bitmeyen tek konu yine Aşk’tır. Herkesin söyleyecek bir çift sözü yaşanmış bir anısı, “Aşk “dendiğinde içinden geçen bir hikâyesi mutlaka vardır. Kimi derin iç çeker bir Ah ile kiminin gözleri parlar bir cevher ile… Aşk bu biter mi hiç konuşmakla, yazmakla, çizmekle, oynamakla, çalıp söylemekle… Sanat ne yapardı Aşk olmasa…

 Aşk bir oktur bence Eros’un sadağından çıkmış mıdır bilinmez ama kime ne zaman saplanacağını iyi bilir. Mekânı yoktur zamanı hiç yoktur. Nasiptir aşk kimine dokunup geçer teğet misali, kimine konar, sever, yurt edinir bir kırlangıç gibi… Kiminin üzerinden geçip giderde fark etmez bile o kişi. Kimi yaşamını harcar da bulamaz aramakla tam kestiğinde umudunu” bir bahar akşamı “rastlayıverir ötelerde usulca… Kiminin ise konar avucuna ama o bir sıkımla boğup atıverir boşluğa…

 Aşk masumiyet elbisesiyle gelir çocuk yüreklidir. Bakışları cesur sesi sevecendir. Öyle kırılgandır ki sırçadan yapılmıştır. Nemden nem kapar bir esintiden uçar, bir damladan boğulur, bir sözcükle yanar kül olur… Bencildir olabildiğince kendinden başkasını istemez gönül evinde. Sevilmekten usanmaz sevmeye ise cimridir bir verdiğine bin ister istemekten hiç yorulmaz…

 Aşkın ömrü hasrettir. Ne kadar hasret çekersen o kadar yarenin olur hayat yolculuğunda... ‘Aramakla bulunmaz’ derler diyen doğru demiştir. Hiç aramadığın anda çıkıverir karşına. O zaman anlarsın aslında hep aradığın oymuş nasılsa. Hasreti katık etmezsen aşk aşına cefasına da vefasına da eyvallah diyemezsin… “ Yaramdan da hoşnutum yârimden de “ dediğin anda başlar, hasret çilesinden ilmek ilmek örülmek, damla damla yağmur olmak düşer gönül pınarına…

Sözü uzattık konu aşk olunca durmak ne mümkün… Biz gelelim hikâyemizin sonuna.

 Hani evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir küçük kız vardı. Varlığı var mıydı da yaşayıp giderdi yoksa bir hayalden mi ibaretti takdiri kalmıştır okuyucuya. İşte varlık ile yokluk arası berzahtaki bu küçük kız, bilmeden aradığının aşk olduğunu bakan sıcacık içten bir çift yeşil göze kapılıp kalmış, gönlünün pınarlarını ona akıtmıştı…

O küçük kızın hikâyesi bitmek üzeredir artık…

Narkissos yaz tatilini bizim mahalledeki oğlanlarla geçirmeğe başlamıştı. Sünnet düğününde hediye edilen bisikletiyle sabahları bizim sokağa gelir, bisikletini de bizim evin önüne bağlardı. Ben camdan geldiğini görünce, kilimimi ve oyuncaklarımı alır evimizin duvarının önüne sererdim. Mahalledeki kızlar gelene kadar kendi kendime evcilik oynamayı severdim. Oğlanlar top sahasında maç yaparlar, bilye ve çivi oynarlardı… Bazen de kırlara açılıp bisikletleriyle kelebek avına çıkarlardı…

Narkissosla, her sabah bu seramoniyi yaşadığımız halde hiç birbirimizle selamlaşıp konuştuğumuz olmamıştı… Ne ben onun yüzüne bakıyordum ne de o benimkine…

Var olduğumuzu biliyorduk ama hiç yokmuşuz gibi yapıyorduk…

Uyumadan önce yatağımda hayal kurardım. Bir sabah bana günaydın diyecek ne yaptığımı soracak ve çantasını evine taşıdığımız günkü gibi hiç susmadan boyuna konuşup güleceğiz, şarkı söyleyeceğiz… Her gece yılmadan aynı hayalle uykuya dalardım…

 Sabah olunca da beklerdim heyecanla, ‘ne olur bu sabah günaydın ‘desin bana…

Barış Manço’nun Kol düğmeleri şarkısıyla o zamanlar tanışmıştım. Sözlerini ezberlemiş ve gecelerime şarkıyı ortak sırdaş yapmıştım. Daha güçlü bir istekle sabırla beklerdim sabahları, sonrasında geceleri aynı şarkıyla ağlardım…



Hatırlarım bugün gibi sessiz geçen son geceyi
Başın öne eğik bir suçlu gibi bana verdiğin hediyeyi
İki küçük kol düğmesi bütün bir aşk hikayesi
İki düğme iki ayrı kolda bizim gibi ayrı yolda

 Akşam olunca sustururum herkesi her her şeyi

Gelir kol düğmelerimin birleşme saati
Usul usul çıkarır koyarım kutuya yan yana
Bitsin bu işkence kalsınlar bu arada

 

Heyhat sabah gün ışıldar yalnız gece buluşanlar
Yaşlı gözlerle ayrılırlar düğmeler gibi
Bizim gibi bizim gibi ayrılırlar bizim gibi ayrılırlar

 

20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı başlayınca gelmez oldu bir daha. Ailesi artık izin vermiyor diye düşünmüştüm gelmesine bu kadar uzağa. Hayallerim değişmişti artık. Selam vermesini günaydın demesini beklemiyordum ‘Yeter ki gelsin, bisikletini bağlasın bizim evin önüne, bir kez daha göreyim yüzünü‘diye dua ediyordum. Gelmiyordu. Haber vermiyordu. Ne olduğunu bilmiyordum.

Aklıma onların apartmanında oturan kız arkadaşım gelmişti. Bir gün annemden izin alıp apartmanlarına gittim. Ama yüreğim ağzımda, her an kapıdan çıkıverecekmiş gibi heyecanla, sokağın köşesinden bana bakıyormuş gibi, öylece bekledim… Arkadaşımın zilini çaldım aşağı kapıdan, annem yukarı çıkma demişti. Sözde tatil ödevini soracaktım. Ben çıkmayınca o aşağıya indi. Benim yüreğim hep ağzımda ne olur şimdi merdivenlerden inse şu kapıdan çıksa diye. Çıkmadı ama. Ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum arkadaşımla. Ödevi aldım. Tam gidecekken döndüm ve “Onun” nerde olduğunu sordum. Kız arkadaşım babasının Kıbrıs’ta görevde olduğunu söyledi. Annesi ve kız kardeşiyle birlikte Mersin’e taşınmışlardı…

Yüreğim yanmaya başlamıştı. Başka bir şey soramamıştım… ‘Savaş ne korkunç bir şey’ dedim yalnızca.

Savaş ne korkunçtu içinde yaşamayanlar için bile vazgeçtim pilot olmaktan, vazgeçtim asker olmaktan…

Ben tarafımı seçtim. Savaş değildi istediğim. Kiminle, nerede, ne zaman olursa olsun tek istediğim Barıştı, sevgiydi, AŞK’tı ve bu bundan sonra hep böyle kalacaktı…

 Düşler düşte kaldıkça güzeldiler… Hayat ise aşka yer vermeyecek kadar taşlarla oyulmuş bir tahttı aslında… Bu taht altın, zümrüt, yakutlarla bezenmiş olsa, üzerinde padişahlar otursa ne yazardı… Bir çiçek bile yeşeremedikçe sadrında… Asıl savaş budur aslında… Çorak toprağa, çölleşmiş dünyaya, taşlaşmış insanlara rağmen hala çiçek açıvermek umudun avucunda…

SON

 

 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder