15 Ağustos 2020 Cumartesi

Hikâyelerimizdeki Melodilerden Esintiler 7

GÖRECEKSİN KENDİNİ

Ağaçlara dokundunuz mu hiç? Elinizi kabuklarında gezdirdiniz mi bir kerecik olsun? O sert dokularına sürdünüz mü yüzünüzü? Anlamak için onların sessiz dostluğunu, dokunun yeter… Deneyin, önce kapatın gözlerinizi ve sarılın bir ağaca, sıkı sıkıya… Korkmayın sarılın, insanoğlu gibi vurmazlar sizi arkanızdan. Merak etmeyin hisseder bir ağaç sevildiğini ve sessizce teşekkür eder yapraklarının arasından, onun size seslenişini dinleyin. Tanımaya çalışın onu, hangi ağaç olduğunu bulmaya çalışın. Kokusundan, dokusundan, yapraklarından belki ona ulaşmaya, köklerinden inmeye çalışın toprağına. Pişman olmayacaksınız!

 Okulumuzun küçük bir bahçesi vardı içinde çokça ağacı olan. Teneffüslerde soluğu doğruca bahçede alırdık. Beton zeminden kurtarıp kendimizi atardık ağaçların kucağına, toprağa oturup beslenmelerimizi yerdik. Zil çaldı mı yayından fırlayan oklar gibi birbirimizi itekleyerek ağaçları kapmaya koşardık.

 

İlkokul üçüncü sınıftaydım. Büyük küçük bütün çocukların tek eğlencesi bu ağaçlarla oynadığımız “Ağaç kapmaca” oyunuydu. Kızlı erkekli karışık oynanan neredeyse tek oyundu. İlk kim tutarsa ağaç o teneffüs onun olurdu. Sona kalıp hiç ağaç tutamayan ise ebe olurdu. Eğer teneffüsün sonuna kadar kapamazsa bir ağaç, diğer teneffüs yine ebe o olurdu.

 

Duvarın dibindeki ağaca göz dikerdim genellikle. Pek kimse istemezdi meşe palamudunu. En uzak o diye diğerlerine.

O gün yine kapayım derken, birde baktım O da kapmış benim palamudumu. İkimiz aynı anda sardık gövdesini ağacın, ellerimiz değdi birbirine… Gözlerimiz gözlerimize… Su yeşili nasıl bir şeydi bu böyle! Sarı saçları omuzlarına dokunmaktaydı. Beyaz teni parlak, gözlerimin içine bakarak,

 “Tamam ebe ben olayım” dedi ve gitti…

  Yüreğimi de alıp, sarıldığım ağaca sımsıkı beni bağlayıp…

 Okulumuza ve sınıfımıza yeni gelmişti. Babası hava subayı olduğu için başka bir ilden tayin olmuşlardı. Annesi Türkçe öğretmeniydi. O yüzden mi nedir Türkçesi çok iyiydi, hikâyeleri hep ona okuturdu öğretmenimiz. Ses tonundaki yumuşaklıkla onu sonsuza kadar dinleyebileceğimi düşünürdüm. Kelimeler ağzından tek tek çıkar, virgül ve noktalarda nefeslenir ve tekrar okumaya başlardı.

Türkçe derslerini sevmeye başlamıştım artık. Sadece Türkçe derslerini mi acaba?

 Kızlar teneffüslerde kol kola gezerken bahçede, kendi aralarında fısıldaşıp konuşurlardı, ama değilsen gruplarından seni aralarına almazlardı.

Gruplarından değildim, bana göre değildiler. Tek bir arkadaşım vardı samimi olduğum o kadar. Annelerimiz birbirimize gitmemize izin vermiştiler. Eve dönüş yolunda oradan buradan konuşturduk, beraber ödev yaptığımız da olurdu. Bir gün dayanamadık ve açıldık birbirimize. Böylece su yeşili gözleri olan çocuğunun nerede oturduğunu öğrendim, bir kız kardeşi olduğunu, futbol oynamayı çok sevdiğini. Çocuklukta aşk başkadır. Bir oyuncağı paylaşır gibi paylaşırsın sevdiğini, kıskanmak aklının ucuna bile gelmez, bilirsin senin olmadığını, bilirsin hiç kimsenin olmadığını…

 Olabildiğince özgürdür AŞK çocuklukta, büyüdüğünde HİÇ olamayacağı kadar.

 Hayalinde senindir çünkü. Elini tutamaz, gidip dokunamaz, konuşamazsın bile ama… Adını söylersin içinden. Defterine kenar süsü yaparsın baş harflerinden. Kimse anlamasın diye rumuzlu boyarsın her harfini gök kuşağı renginde. Ağaçlar bilir tek sevdanı, sır saklayan o ağaçlar her şeyi bilir. Bilgece gülümserler sana, otururken gölgesinde, gözlerin dallarında, başlarsın bülbül gibi şakımaya…

 


Çocukluk rüyanda 

Mutluluk arayan 
Elele okul yolunda 
Aniden başlayan 
İlk gönül macerasında 
Aşkına inanmayıp 
Akan gözyaşımda 
Görecek göreceksin kendini 
O kırılan aynada 
Beni ve ölümsüz sevgimi
Her genç kızın hülyasında 
Sevgiyi inkâr eden 
Bu bencil ve nankör dünyada 
Köşesine büzülmüş 
Hayattan korkanlarda

 Nilüfer ve Göreceksin Kendini.  O yıl çıkmıştı plağı ve evlerimizde halen misafir muamelesi gören siyah- beyaz televizyonlarımızda çokça yayınlanır olmuştu. Sözlerini ezberlemiştik. Hayatımızı uydurmuştuk hatta bu sözlere. Küçücük yüreklerimize kocaman sevdalar sığdırmıştık bu sayede…

 Nergis çiçeklerinin gölgesinde…

 


Narkissos’un hikayesini okuduk bir gün Türkçe dersinde, ‘su yeşili’ okumuştu, o yumuşak güzel sesiyle…

“Efsaneye göre dünyanın en güzel, yakışıklı erkeği Narkissos, Karaburun’da yaşar. Bu güzel ve yakışıklı erkeğe civarda yaşayan tüm kızlar, hatta periler bile aşıktır.

Narkissos’tan yüz bulamayan perilerden biri Tanrı Zeus’a yalvararak Narkissos’un cezalandırılmasını ister. Tanrı perinin bu isteğini kabul eder ve

 “Başkalarını sevmeyen kendisini sevsin”der.

 Erkek güzeli Narkissos bir gün su içmek için göle eğildiğinde suda kendini görür ve kendi kendine âşık olur. Kendine bakmaya doyamaz, aşkına karşı koyamaz ve yine kendine bakarken bir gün düştüğü gölde boğulup ölür.

Narkissos’a aşık periler sevdikleri yakışıklı adamı sudan çıkarıp gömmeyi düşünürlerken, sudan hiç bilmedikleri, görmedikleri bir çiçek çıkmaya başlar. Periler rengiyle, kokusuyla çok beğendikleri çiçeğe Narkissos adını verirler. Nergis adı da buradan gelir.”

 Bizim şehrin varoşunda kalmış okulumuzun en yakışıklı çocuğuna da, bu hikâyeden hareketle Narkissos adını verdi kızlar. İki  “S” den ilkine vurgu yaparak…

 Tatmak için aşkın tadını, nasibimiz ölçüsünde sahiplendik bizde bu ortak aşı… Eros’un kepçesinden artık ne düşerse kısmetimize… Farklı düşler, farklı hasletlerde…  

FAKAT! Aynı aşkın ümitsiz hasretinde…



 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder