Geceydi, koyu kapkaranlık bir gece… Zifiriydi gözlerimiz,
seslerimiz, ellerimiz bile… Korkuya yenilmez böyle zamanlarda, hayatta
kalmaktır asıl amaç. Nefesini tutup beklersin ölümün avucunda sol yanın hızla
atmakta. Kanaryam kafestedir, ne yapsam ötmez. Candır o da nasılsa. Bekler biz
gibi sığındığı köşesinde kâbusun geçmesini… Gördüğümüz eğer kâbussa… Çabuk
uyanalım ne olur diye yumar gözlerini o da sımsıkı umutsuzca…
Geceydi. Çocuklar için geçti. Ama geçmedi o üç-beş
dakika… Bitmek bilmedi bir türlü, sallandı sallandı, dinmedi uğultusu. Sarıldık
mı birbirimize? Korku muydu titreten bizi soğuk mu bilemedik? Çocuktuk, nerden
bilecektik? Sabahına pasta yiyecektik… Doğum günü pastası, sürpriz yapacaktık
abime, ne çok eğlenecektik… 14 yaşı bitiyordu, 15’inden gün alıyordu. Elinde
bir fenerle çıkış yolu arıyordu karanlıkta, düşüp yere takılıyordu…
“Telefon edelim anneme” dedim. Hatırlıyorum, sesim nasıl
çıktı, başka ne dedim bilemiyorum.
Yan odaya geçtik, telefona uzandık, kurtuluşumuz bir
ahize uzağımızdaydı. Az önce konuşmuştum ya… İyi geceler, iyi uykular, tatlı
rüyalar dilemiştim ahizenin ucunda… Neden çalışmıyordu peki şimdi? Duvarda
neden sessiz duruyordu, eriştirmiyordu bize annemizi?
Kurtuluşumuz duvardaydı,
Bir telefon uzağımızdaydı…
“Elektrikler kesik çalışmaz ki” dedi teyzem
“Dışarı çıkalım” dedi abim…
“Sarhoşlar var çıkmayalım” dedi teyzem.
Bir şey demedim ben.
Ne deseydim. Annem iş’te babam başka şehirde, biz
yalnızız evde işte… Dışarısı soğuk, evimiz soğuk, ellerimiz buz kesmiş, üşümüş
yüreklerimiz… Karanlık… Soğuk… Kırık bir umut… Neden sonra buldu abim gaz
lambasını, yakmak için kibrit ararken bir ses geldi ünleyen! Kapıyı açtık bir
de baktık ki annem…
Telaşla sarıldık birbirimize, vuslat hiç bu kadar güzel
olmamıştı. Ama çıkmak gerekti evden, bir battaniyeye sarıp beni, kucakladı
annem.
Soğuktu, olabildiğince soğuk… Dişlerim birbirine
vuruyordu. Karanlıkta yürüyorduk, nereye hiç bilmiyorduk. Sesler geliyordu,
duymaya çalışıyorduk… El fenerleri bir yanıp bir sönüyordu. Işık vurunca
görebiliyorduk yolu. “Hamam yıkılmış” dedi biri. “Meydana gidelim orası
açıklık” dedi başka biri… Nereye bastığımızı bilmiyorduk, arada bir takılıp
düşüyorduk… Sıkıca sarılmıştım boynuna annemin. “Dua et kızım” dedi annem
kulağıma, “Dua et”. Dua etmeye başladım. Ezberlediğim iki sure vardı… 5 yaşındayım
daha… Başladım onları okumaya… Kevser ile İhlas surelerini hiç bu kadar çok okumamışımdır.
Kalabalıktı. Bağıranlar, feryat edenler… Çığlık attı biri,
“Eyvah! yangın çıktı”
”İtfaiye nerde?” dedi başka biri… Çıkaralım dediler,
ama çoktan yıkılmıştı itfaiye, bir tek aracı vardı Gediz’in oda enkaz
altındaydı…
Meydandaydık artık, canını kurtaranlar toplanmıştık.
Sarsıntı sırasında devrilen sobalardan çıkmıştı yangın. Kerpiç ve yığma
evlerden kim kurtulabildiyse oradaydı, ya geride kalanlar? Ya yangın?
“Bari yağmur yağsa” dedi biri. Yangını söndürmenin
başkaca yolu yoktu anlaşılan.
“Allah’ım ne olur yağmur yağdır” dedim içimden, dua
ettim. Ne olur Allah’ım yağmur yağsın. Başka bütün cümleler bitmişti… Hep aynı
şeyi tekrarladım… Allah’ım ne olur yağmur yağsın… Allah’ım ne olur… Allah’ım
yağmur!
Yangın artan rüzgârın etkisiyle hızla ilerliyor,
postaneye doğru geliyordu. “Kuranportörü kurtaralım” dedi annem, ekmek
teknesiydi. Daha az önce orada değil miydi? Birkaç kişi atıldı hemen, postaneye
koştular. Dış dünya ile tek
iletişimimizi kurtarmak için atıldılar. Kadınlar ve çocuklar bekliyordu.
Yangının sıcaklığı yüzlerimize vuruyordu, elimiz kolumuz bağlı izliyorduk
uzaktan. Alevlerin aydınlığında görebiliyorduk birbirimizi, olanı biteni ancak
anlayabilmişti ahali. Herkes tanıdıklarını soruyordu komşusunu, akrabasını. Eş
dost kim varsa haber almaya çalışıyordu. Enkaz altında kimlerin kaldığı,
bulunmaya çalışılıyordu…
Arkadaşlarımı düşündüm ben de aklıma gelenleri,
kurtuldular mı acaba diye? Ama soramadım sesim çıkmıyordu. Kurduğum tek cümle
vardı.
“Allah’ım ne olur yağmur yağsın”. Yoksa bütün
Gediz yanacaktı... “Allah’ım ne olur yağmur”
Kuranportör kurtarıldı, meydana taşındı. Yangın postaneye
ulaştı. Ve yağmur yağmaya başladı… İnsanlar sevinç çığlıkları attılar. Saçak
altına sığındı kalanlar. Postaneye ulaşan yangın kesti hızını, adeta durdu ve
kaldığı yerde devam etti, için için sonra söndü.
Sabaha kadar beklemek gerekiyordu yardım için. Beklenecek
bir yer yoktu. “Ortaokulun bahçesine gidelim” dediler. İlçenin dışındaydı epeyce,
bir grup kadın ve çocuk başladık yürümeye…
Geceleri uykuya varmadan önce mutlaka dinlediğim iki plağım
vardı. Her gece birini dinlediğim. Bu gece yatmadan evvel de bunu dinlemiştim…
Adalardan çıktım yayan
Dayan bu dertlere dayan
Nenni nenni nenni nenni nen ni
Nenni nenni nenni bebek ey
Bebeğin beşiği çamdan
Yuvarlandı düştü damdan
Bey babası gelir Şam'dan
Nenni nenni nenni nenni nen ni
Nenni nenni nenni bebek ey
Bebeğin beşiği bakır
Yerinden kalkmıyor ağır
Ben sallarım tıkır tıkır
Nenni nenni nenni nenni nen ni
Nenni nenni nenni bebek ey
Uykuma kaldığım yerden devam edebilir miyim artık? Beş
yaşındaydım? Uykum var? Çok uykum var…Uykum… çok … var
Muzaffer Akgün’ün o yanık sesi kulağımdaydı… Uşşak
makamındaki türküsü, Mart ayının 28.’inde zemheri soğuğunda, abimin doğum
gününde sıcak bir çorba gibi ısıtıyordu ruhumu…
Bebeğim uykudan uyan
Nenni nenni nenni nenni nen ni
Nenni nenni nenni bebek ey…
Kaç beşik boş kaldı bu gece? Kaç anne söyleyecek artık bu
türküyü bundan böyle?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder