DAĞLAR DAĞLAR – Barış MANÇO
“Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu. Sevgi
emekti!” Cengiz Aytmatov- Selvi Boylum Al Yazmalım.
Kasımpatıları vardı sonbahar renklerinde… Boğum
boğum bağlanıp birbirlerine, demet demet özenle yerleştirilirlerdi Atatürk
büstüne. Onlarcası üst- üste, alt- alta, yan- yana dizilirlerdi. Hep bir arada
gibi tek başlarına, ezmeden biri diğerini, kırmadan, incitmeden, el ele, gönül
gönüle aynı aşkta buluşmuştu Kasımpatıları…
Yapraklarındaki sır, çiçeklerindeki lâlin sihiri.
Cins cins, renk renktir Kasımpatıları…
Hüznü öğrenmenin bilgeliğinde,
Acıyı da sevinci de kokularına sindirmiş,
Boynu diktir Kasımpatıları…
Sonbahar rüzgârı esiyordu geçit töreninde saat dokuzu beş
geçe… Yaprak yaprak, ağaç ağaç, insan insan akıyordu damarlarda kan… Dokusu
kanla örülü, ilmekleri şehitlikle bezenmiş şanlı bayrak, yarıya indirilmişti…
Siren sesleriyle yürek atışları An ’da durmuş, bütün nefesler tutulmuştu… Sevgi
bu muydu? Saygı, hürmet… Vefa? Aşk bu muydu?
İlkokuldayım birinci sınıfta. Siyah önlüklerimiz ve beyaz
yakalarımızla aynı sırada, aynı sınıftayız. Kimimizin ayakkabıları siyah rugan
parlak, kimimizin ki siyah mes-lastik, kimimizin ki renkli naylon… Kimimiz
okuma-yazma biliyor, aritmetiği eksik. Kimimizin harflerden haberi bile yok…
Ben, yaşça onlardan küçük, hevesle okumayı – yazmayı öğrenmeye çalışıyorum.
Nefesim tutulmuş ağlıyorum… Bir dakika boyunca… Saygı duruşu
bitiyor… İstiklal marşı okunuyor… Ardından tören başlıyor…
Saat dokuzu beş geçe
Atam dolma bahçede
Gözlerini kapadı
Bütün dünya ağladı.
Doktor doktor kalksana
Lambaları yaksana
Atam elden gidiyor
Çaresine baksana.
Uzun uzun kavaklar
Dökülüyor yapraklar
Ben Atama doymadım
Doysun kara topraklar
Müze müzeye bakar
Müzede Atam yatar
Atamın çocukları
Atama çelenk takar.
Nasıl okuduğumu hatırlayamadığım şiirim bittiğinde büyük bir
alkış koptu. Öğretmenim bana sarıldı. Ağlıyordu. Ağlıyordum.
Sol yanımda bir sızı, boğazımda düğüm, gözlerimden süzülen
sicim tanelerine engel olamıyordum. Konuşamıyor, söyleyeceklerimi o düğümden
çıkartamadan yutuyordum. Elimde kasımpatıları kürsüden inerken, dönüp
öğretmenime bakıyordum. Gülümsüyordu, göz pınarları ıslak. Çiçekler için
teşekkür bile edemiyordum. Ama o anlıyordu hislerimi, hüzünle sevincin
birliğinden doğan bu garip halimi…
Elimde çiçeklerle geldim eve. Annem olanları anlata anlata
bitiremedi. Ben rüyada gibi çiçekleri hiçbir yere koyamadan öylece bekledim bir
süre.
Sonra bir vazo çıkartıldı vitrinden, içine su kondu,
çiçekler alındı elimden, vazoya kondu…
İçim cızz etti… Ama! Diyecek oldum… “Suya koymazsak ölür
“dediler… “Ölmesinler” dedim… “Ölmesinler… Ne olur”!
İki gün sonra:
Akşam okuldan eve döndüğümde, kasımpatılarımın dalga dalga
yayılmış baygın kokusundan farklı bir kokunun izini sürüyor açıkmış midem.
Küçük köpek yavrusu gibi koklayarak havayı, koşup mutfağa girmek üzereyken ben,
girilemez levhası gibi duran abimle kapının köşesinde karşılaşıyorum. Öylece
şaşkın, bakakalıyorum…
Sofadaki demir döküm kömür sobasının tek başına bütün evi
ısıttığı, 3 odalı evimizde, yabancı gibi kalakalıyorum. Oysa hiç unutmuş
değilim, benden uzun devasa bu sobaya ellerimi iki kere yapıştırmak suretiyle,
aşkın ateşiyle tanıştığım anları…
- Ev
sahipleri akşam bize geliyor, dedi abim.
- Ben
mutfağa niye giremiyorum?
Göz kırptı, bıyık altından güldü.
- Anlarsın
bekle!
Memur ailesinin iki çocuğundan biri olan ben, doğum günü
kutlamasıyla henüz hiç tanışmamıştım. Altı yaşım bitiyordu. Pasta üflemenin ne
demek olduğunu öğrenecektim, az sonra ev yapımı pastayla…
Ev sahipleri geldiler. Yaşça benden çok büyük bir abla vardı
ev sahiplerimizin kızları, adını bile hatırlayamıyorum şimdi. Uzun siyah saçlı,
uzun yelekler giyip, uzun uzun kolyeler takan. Annemin bir keresinde adına “Hippi”
dediği… Hippi Abla…
Elinde bir hediye ile bana doğru eğilen bu kız,
yanaklarımdan öptü önce. Sonra elindekini uzattı bana…
- Doğum
günün kutlu olsun!
Doğum günüm mü? Benim mi? Bana bir hediye mi? Nasıl yani?
Bütün bunlar benim için mi? İlk kez kutlanacak doğum günümde aldığım, ilk
hediyem mi? Ya ne peki?
- Açsana,
bakalım beğenecek misin?
“Çok teşekkür ederim.” Demişimdir sanırım. Bilemiyorum. Öyle
şaşkındım ki… Susmuş da olabilirim. Yüzüne bakıp kalmış, hediyeyi elinden bir
süre alamamış da olabilirim. Hatırlamıyorum. Sanırım paketi açmayı
beceremediğimden olsa gerek, birisi aldı ve açtı… Kimdi hiç bilmiyorum?
İçinden…
Barış Manço ve Dağlar Dağlar çıktı…
Hemen evimizdeki pikap’a kondu plak ve başladı bir sürgünün
anıları… Kokusunda Kasımpatı, ölümün gölgesinde bundan sonrasında gayrı…
Ellerimle büyüttüğüm solarken dirilttiğim
Klasik kemençeyle ilk tanışma, Uşşak makamında taksim… İşte
Aşk! İşte ilk vurgun… Henüz gitar girmemişken melodiye… Dağlardan inen
kayalar gibi, uçuruma yuvarlanan o yâr gibi, o nasıl bir özlem, o nasıl bir
hasret, o nasıl bir yangındı diplere vuran… Sanki bütün yaşanacakları, sanki
sonrasını hayatımı bilir gibi, sanki ezelden ebede gelip de usulca kulağıma
fısıldayan ilahi bir nefes gibi, ilk ezgi…
Gitar girebilir artık, gitarın girişiyle zahir açığa
çıkabilir… Zuhur âlemindeki düş başlayabilir… Ölümüne savaşılacak yüce bir amaç
bulunabilir… Bir anı değildir bu, tek bir An’dır ve sonrası bir yaşamdır
gayrı… İlk felsefemdir, ilk kalp kırıklığımdır, aşk ateşinin düştüğü yüreğime ilk
An’dır…
Barış Manço’nun eşsiz sesiyle bütünleşmiş hayali bir
sevgili, hayali bir özlem, hayali bir aşktır… Uzun koskoca bir bedel ile
ödenecek, peşinden sürgünden sürgüne yapayalnız gidilecek bir ömrün ilk durağı,
İlk yarasıdır artık…
Yıllar sonra “ Küçük Prens” kitabının içinde kuruyup kalmış,
sayfalara yapışmış bir kasımpatı bulunur… İlk çiçek… İlk yadigâr… İlk öğretmene
duyulan sevgiden geriye kalan... Artık çoktan geçerliliğini yitirmiş vefa
sözcüğüne örnek olan… Kokusu silinmiş bir kuru kasımpatı…
Ellerimle büyüttüğüm solarken dirilttiğim dememek için;
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder