KOL DÜĞMELERİ - BARIŞ MANÇO
Nedir düş gören için tatlı bir uykunun satır aralarına
sıkıştırdığı birkaç küçük dize mi? Hani birdenbire uyanıp gecenin derin uykusundan,
yastığın altındaki küçük defterimize ellerimizi uzatan… Gece demeyip gündüz
demeyip düşlerimizden sarı sayfalara damlayan, kalemimizin ucundan sessizce
kâğıtlara akan…
Düşüne düşüne düş görülebilir mi? Yoksa görmek için
düşlediğimizi göz kapakları hiç inmemeli mi? Düşlediğimiz düşümüzden düşerse düş
sütunlardan aşağıya, kim yakalar sonra bizi? Bu yüzden mi düşeriz düşlerimizden
sürekli? Peki, her düşüşümüzle sil baştan gördüğümüz aynı düş değil mi? Ya
gözlerimiz açıkken gördüğümüz düşler? Başkalarının düşlerinde gezen gezginleriz
de düşteyiz mi sanıyoruz acaba kendimizi?
Düşü olmayanın aşk kokusu olur mu? Olmaz… Düşü
olmayan düş kırıklığına bile uğrayamaz. Düş kırıklığına uğramayanın canı acımaz,
yüreği yanmaz ağlayamaz geceden gündüze gündüzden geceye. Ağlamayan yürek pas
tutar taşlaşır zamanla ve taşlar balyozlarla kırılınca toprak çıkar açığa.
Sözü uzattık konu aşk olunca durmak ne mümkün… Biz
gelelim hikâyemizin sonuna.
O küçük kızın hikâyesi bitmek üzeredir artık…
Narkissos yaz tatilini bizim mahalledeki oğlanlarla
geçirmeğe başlamıştı. Sünnet düğününde hediye edilen bisikletiyle sabahları bizim
sokağa gelir, bisikletini de bizim evin önüne bağlardı. Ben
camdan geldiğini görünce, kilimimi ve oyuncaklarımı alır evimizin duvarının
önüne sererdim. Mahalledeki kızlar gelene kadar kendi kendime evcilik oynamayı
severdim. Oğlanlar top sahasında maç yaparlar, bilye ve çivi oynarlardı… Bazen
de kırlara açılıp bisikletleriyle kelebek avına çıkarlardı…
Narkissosla, her sabah bu
seramoniyi yaşadığımız halde hiç
birbirimizle selamlaşıp konuştuğumuz olmamıştı… Ne ben onun yüzüne bakıyordum
ne de o benimkine…
Var olduğumuzu biliyorduk ama hiç yokmuşuz gibi yapıyorduk…
Uyumadan önce
yatağımda hayal kurardım. Bir sabah bana günaydın diyecek ne yaptığımı soracak
ve çantasını evine taşıdığımız günkü gibi hiç susmadan boyuna konuşup güleceğiz,
şarkı söyleyeceğiz… Her gece yılmadan aynı hayalle uykuya dalardım…
Sabah olunca da beklerdim heyecanla, ‘ne olur
bu sabah günaydın ‘desin bana…
Barış Manço’nun Kol düğmeleri şarkısıyla o zamanlar tanışmıştım.
Sözlerini ezberlemiş ve gecelerime şarkıyı ortak sırdaş yapmıştım. Daha güçlü
bir istekle sabırla beklerdim sabahları, sonrasında geceleri aynı şarkıyla ağlardım…
20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı başlayınca gelmez oldu
bir daha. Ailesi artık izin vermiyor diye düşünmüştüm gelmesine bu kadar uzağa.
Hayallerim değişmişti artık. Selam vermesini günaydın demesini beklemiyordum ‘Yeter ki gelsin, bisikletini bağlasın bizim
evin önüne, bir kez daha göreyim yüzünü‘diye dua ediyordum. Gelmiyordu.
Haber vermiyordu. Ne olduğunu bilmiyordum.
Aklıma onların apartmanında oturan kız arkadaşım gelmişti.
Bir gün annemden izin alıp apartmanlarına gittim. Ama yüreğim ağzımda, her an
kapıdan çıkıverecekmiş gibi heyecanla, sokağın köşesinden bana bakıyormuş gibi,
öylece bekledim… Arkadaşımın zilini çaldım aşağı kapıdan, annem yukarı çıkma
demişti. Sözde tatil ödevini soracaktım. Ben çıkmayınca o aşağıya indi. Benim
yüreğim hep ağzımda ne olur şimdi merdivenlerden inse şu kapıdan çıksa diye.
Çıkmadı ama. Ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum arkadaşımla. Ödevi aldım. Tam
gidecekken döndüm ve “Onun” nerde
olduğunu sordum. Kız arkadaşım babasının
Kıbrıs’ta görevde olduğunu söyledi. Annesi ve kız kardeşiyle birlikte Mersin’e
taşınmışlardı…
Yüreğim yanmaya başlamıştı. Başka bir şey soramamıştım… ‘Savaş
ne korkunç bir şey’ dedim yalnızca.
Savaş ne korkunçtu içinde yaşamayanlar için bile vazgeçtim
pilot olmaktan, vazgeçtim asker olmaktan…
Ben tarafımı seçtim. Savaş değildi istediğim. Kiminle,
nerede, ne zaman olursa olsun tek istediğim Barıştı, sevgiydi, AŞK’tı
ve bu bundan sonra hep böyle kalacaktı…
Düşler düşte kaldıkça güzeldiler… Hayat ise aşka yer vermeyecek kadar taşlarla oyulmuş bir tahttı aslında… Bu taht altın, zümrüt, yakutlarla bezenmiş olsa, üzerinde padişahlar otursa ne yazardı… Bir çiçek bile yeşeremedikçe sadrında… Asıl savaş budur aslında… Çorak toprağa, çölleşmiş dünyaya, taşlaşmış insanlara rağmen hala çiçek açıvermek umudun avucunda…
SON