Aşk bu işte! Duyduğun tek bir şarkı ile dünyan bir anda
harap olabiliyor… Hele bir de güne rüyayla başlamışsan… Sevdiğini görmüşsen
uzun bir aradan sonra sabah uykusunda… Özlem dayanılmaz olmuşsa bunca aradan,
bunca acıdan, uzaklıktan, kırgınlıktan sonra… Yerle yeksan olmuş yüreğin hala
çarpıyorsa yalnız onun için, ne kadar ret etsen unuttum desen de, tek bir anda
duyduğun tek bir şarkıyla geri geliverir unuttum dediğin ne varsa ne yoksa…
Vuslatı olmayan aşklar yakıcıdır. Kara sevdadır, dermanı
yoktur… Yerine başka hiçbir şeyi koyamazsın dünyalık… Allah aşkından başka…
Böyle der tasavvuf ilmi… Anlarsın Kays’ın neden adını bile yitirip Mecnun
olduğunu… Çöllerin derdine deva olamayışını, onu bir çöl rüzgârına katıp oradan
oraya sürükleyip duruşunu… Tarifi yoktur aşkın, ondan daha güçlü bir duygu var
mıdır? Sanmam. Olmayan ne bilsin, ama aşkı hayatında bir kez olsun adam akıllı
yaşamış bir kimse için, başkaca ne var diye sorsanız HİÇ diyecektir size…
Sadece HİÇ!
Hiç olmak sevginin okyanusunda bir damla olmak demektir.
Sevgi tek bir maddi varlığa yüklenen mana olamaz, olmamıştır da zaten doğası
gereği… Maşuk aşığının derdiyle dertlenir, aşkının nefesiyle nefeslenir kanı
canı aşk kokar… Öyle bir hal gelir oturur ki önünden ekmeğini alsanız ses
çıkarmaz, sevdiğinin adını anan biri olsa yanında, sarılıp boynuna öpesi gelir…
Mevlana’ya bir gün bir adam gelir ve Şems’den haber
getirdim der… Mevlana üstünde başında ne varsa çıkarıp adama verir.
Derler ki adam doğru haber getirmedi size, yalan
söylüyordu…
Mevlana, evet der biliyorum, zaten haber doğru olaydı
canımı verirdim…
Doğu mistisizmi aşkı DNA’larına kodlanmış şifreleriyle
yaşar… Bir tek sözcükle anlatamadığı için hissettiklerini, aşk der adına, sevgi
der yetmez, sevda der, hatta o da yetmez kara sevda diye vurgulamaya çalışır
anlaşılmak adına… Halk sanatının her alanına bir simge koyar… Türkülerine,
folkloruna işler oya gibi sevdasını…
Batı kültüründe ise aşkın derin duygularına kendini
kaptırıp koy vermeye pek sıcak bakılmaz… Yanmak, yakılmak, aşkından verem
olmak, çöllere düşmek kabul gören bir durum değildir… Romeo ve Juliet tipi
aşklara içten içe bir hayranlık duyulsa da, pek inandırıcı gelmez batı
insanına… Ama böylesi aşkları yaşamak için de zemin arar bir anlamda…
Bertolt Brecht Sevgi Üstüne adlı yazısında şöyle
der; “Sevenler tarihsel bir şeyler katarlar bu sevgiye, sanki bir gün
tarihi yazılacakmış gibi. Onlar için kusursuzlukla tek bir kusur arasındaki
fark korkunçtur. Oysa dünya bu farkı rahatça göz ardı edebilir. Sevgilerini
olağandışı bir şey kılarlarsa, bunu yalnızca kendilerine borçlu olurlar;
başaramazlarsa kendilerini sevdiklerinin kusurlarıyla pek de mazur
gösteremezler, tıpkı halk önderlerinin kendilerini halkın kusurlarıyla mazur
gösteremeyecekleri gibi...”
Epik tiyatronun kurucusu büyük usta bile sevgi adına
yazmadan duramamıştır. Sevginin doğasına dokunmayıp yabancılaştırma efektini
siyasi platforma taşımıştır… İki insan arasındaki ilişkiyi bir üretim haline
dönüştürüp, sevginin bireyleşmesini fabrika dişlilerine katarak toplumsal bir
olgu haline getirmeye çabalamıştır.
Son sözü bir başka ustaya bırakalım öyleyse;
“Bütün kitapları yakmalı
Sevda üstüne ne söylemişlerse yalandır
Kitaplara göre insan
Karanlıkta yüzüne bin mumluk lâmba tutulmuş
Gözleri, yüreği kamaşmış insandır
Aptaldır, hastadır, kahramandır
Bütün kitapları yakmalı
Sevda üstüne ne söylemişlerse yalandır.
İçinde bir tek suret yaşayan yüreğe yürek mi derler
Bir tek yaprak veren dalın boynun burarlar
Bir tek meyve veren dalı keserler
İnsan dediğin bir buğday tarlası gibi olmalı
Esti mi rüzgâr bir değil milyonlar için esmeli
Bir tek meyve veren dalı kesmeli
İnsan dediğin derya misali
Üstünde milyonlarca dalga
İçinde kıyametler kopmalı
İnsan dediğin derya misali
Uçsuz bucaksız olmalı. “
Bedri Rahmi Eyüpoğlu
Kim haklı karar vermeden önce bir de Coşkun Sabah’a kulak
verin… Bakalım yüreğiniz hangisine eğilim gösterecek…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder