27 Eylül 2016 Salı

AŞK ÜZERİNE AFORİZMALAR


Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır.

Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını."

"Aman sakın kendini" diye tembihler. 

Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği: " Bırak kendini, ko gitsin! "

Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. 

Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!

Şems-i Tebrizi

‘AŞK’ dedi derviş, hep üç harflidir...

Bazen CAN olur…

Bazen GAM

Bazen de HİÇ olur vesselam.

 

AŞK! Deryadaki bir damlanın, deryaya duyduğu özlemden başka nedir ki ...

Betül Çetinay

Kaçma kendi gölgenden

Güneşi al taç et başına

Ne gölge kalsın sende

Ne sen kal gölgende

Betül Çetinay

 

Sevmek rağmendir çoğu kez. 

Uzaklığa, tek taraflılığa 

ve hatta haksızlığa rağmen sevebilmektir.

                                                                              Çünkü nedenidir sevmenin samimiyet                                                                                                        Betül Çetinay

 

Aşk mumdur masal misali,

Eriyen her damlası ateştir,

Düşer gözyaşı gibi

an'da dondurur kendini,

Işıktır ama dibine kör...

Alevinden feyz alanlar kurtulur,

Karanlığında kalanlar ise unutulur...


 

 

23 Eylül 2016 Cuma

“BİLGE” nin IŞIĞINDAKİ ARAYIŞ -İncesaz-


“Uzun İnce Bir Yoldayım

Gidiyorum Gündüz Gece

Dünyaya Geldiğim Anda 

Yürüdüm Aynı Zamanda 

İki Kapılı Bir Handa

Gidiyorum Gündüz Gece.”

 Diyen Âşık Veysel’e selam ve sevgi ile başlayalım söze…

Bu büyük ozanın gönül gözüyle görüp, aşkla coşan dili “uzun ince bir yol” benzetmesiyle bir insanın ömrünü anlatmaktadır bize “dünyaya geldiğim anda, yürüdüm aynı zamanda” ve “iki kapılı han” tamlamalarıyla, doğumla başlamış ve ölümle bitecek olan bu yoldaki konumumuzu, yolcu olduğumuzu bildirmek istemiştir. “Bilmiyorum ne haldeyim, gidiyorum gündüz gece” dizesi ‘an’da, yani dönülmez zamanda, bilinmez geleceğe gidişi özetlerken, erenlerin irfan süzgecinden geçmiş olarak bize ulaştırdığı kelimeler, bir kulağımızdan girip diğerinden çıkmasın diyedir.

 

Üzerinde yaşadığımız bereketli toprakların yetiştirdiği halk ozanlarından biri olan Âşık Veysel’i çocuk yaşımda, siyah beyaz televizyonda izlemiş şanslı kişilerden biriyim. Onun Âli halini, âmâ yüreklerin anlaması ne kadar zor elbette bilirim. Ancak o bizlere, mütevazı tavrı ve duruşuyla mahlûkata duyduğu engin sevgisini aktarmayı başarmıştır. Bu büyük erenin ehli dilliliğine tanıklık ederken başlamıştır, benim de “uzun ince yolum”.

Daha 9-10 yaşlarında iken, insan denen mucizenin gücüne inanmış ve her insanın bu dünyaya bir görevle geldiği hissine kapılmıştım. Böylece kendi görevimi aramak için uzun ve çetrefil bir yola koyulacaktım…

İnsan hayatının ilk otuz yılı çok hızlı bir koşuşturmacayla geçiyor. Hedefine kitlenmiş füzeler gibi, şuursuzca yol alıyoruz. Durmak, dinlenmek, kendine gelmek, nefeslenmeyi zaman kaybı sayılıyoruz… Tam güç tırmanılıyor doruklara… Otuz yaş geçmeye ilk yorgunluk hissedilmeye başlandığında, bir nefes alımlık durup bakıyoruz yukarılara, ancak zirve görülmez oluyor. İşte ilk farkındalık böyle başlıyor. O bir nefes alımlık an’da; “Yaşamak nedir?” sorusu takılıyor akıllara…

 

Varlığını sorgulamaya başlıyor kişi. Neden yaşıyorum, ne için, kim için? Nereye gidiyorum, niye gidiyorum, ne zamana kadar gideceğim?

 

Sorular diziliyor ardı ardına… Her bir soru bir durak, her durak bir nefes oluyor; önce beyne sonra kalbe doluyor ol an. Hayatın ol ve an kavramlarından ibaret olduğunu anlamak için ise daha çok nefes almak gerekiyor.  Nefes en iyi öğretmenmiş nefse… Beyne dolan oksijenle açılan damarlar, farkına varmayı muştuluyorlar… Çakraları açılınca insan duraklıyor, soruyor niye geldiğini bu dünyaya… Soru sormakla başlıyor asıl yolculuk işte o anda. Artık, kendi dere yatağına su pompalamak, kendi ürününü üretmek istiyor uçsuz bucaksız tarlalarda... Hele bir de cesareti varsa, ilk dönemece geldiğinde makas değiştirerek, gittiği yolun yönünü çevirecek hayati kararları alıyor korkusuzca…

 

Otuzlu yaşlarımda, ilk dönemecimin hemen başında tanıdım ben uzun ince müzikli yolumun yeni yol arkadaşını; İncesaz’ı…

 Bir süre sistem dışı kalan ruhum, Rock müziğinin keskin, itaatsiz, başkaldıran seslerinde kurtuluşunu aramaya başlamıştı… Tedavi yöntemini ise elektrogitarın çığlıklarında, baterinin isyankâr ritimlerinde bulmuştu. Toplumsallık bakış açısı içinde bireyin kayboluşuna, hiçe sayılışına dayanamayan biri olarak özgürleşmeye çabalamak, varoluşsal sorunlarımı absürd ve nihilist sularda dolaşmakla çözülebileceği zannını uyandırmıştı bende. Her şey saçmaydı…

Bir gün yemek yerken bir lokantada, önce kulağıma gelip oradan yüreğime inen nağmelerinde tanıdım İncesazı… Sesler o kadar bildik ama bir o kadar da yeniydi… Aşkım İstanbul’umun samimi sokaklarında dolaşırken buldum kendimi. İncesaz, evine gelen konuğu özenle ağırlayan nazik bir ev sahibesi gibiydi. Başköşeye buyur etmişti beni… Çeyiz sandığından çıkarttığı antika kahve fincanında, kendi elleriyle ördüğü, kullanmaya kıyamadığı danteli ezgilerine katmış, kırk yılın hatırına orta şekerli, köpüklü şarkılarını, gümüş tepside sunmuştu adeta bana.

Türk müziğinin vazgeçilmez enstrümanları lavta ve klasik kemençeye, çok sevdiğim ve hatta bir ara çalmayı denediğim klasik gitar eşlik edince, uzaklarda bıraktığım kendimi gördüm, aralanan kapının ucundan… Gülümsüyordu çocukluğum. Yabancı sularda gezinen kaptan misali, konakladığım limanlarda çektiğim sıla hasretiyle sızladı burnumun direği… “Bilge” tam da böyle bir ‘an’da gelip bulmuştu beni…

  Gitarın ritmiyle giriyoruz serüvene, lavtanın yumuşak dokunuşları ilk müzik cümlesinin sorusunu sorarken, ezberletiyor ezgiyi bizlere… Klasik kemençenin eşliğinde cevap geliyor… Sonrasında, hiç bilmediğim, ilk kez duyduğum derinlerden gelen bir ses, bir tını… Tanburdur bu tınının adı… Aynı soruyu farklı bir dil ile soruyor, başka bir perdeden ve düet başlıyor… Ardından kendi cevabını veriyor tanbur, yankılanan içsesindeki o eşsiz çarpmaları, o eşsiz motifleriyle yürekten…

Hani insan bir ömür boyu ruh ikizini arar, onu ilk gördüğünde tanır ve “İşte aradığım bu!” der ya… Ben de aradığım tınıyı ilk duyuşla bulmuştum… Tanburun ezelden gelen ince sesi, naifliği, zarafeti kulağımda değil suskunluğumda, gönlümün tam orta yerindeydi sanki… Her şeyin bir sonu olduğunu bildirir gibi, nokta gibi, noktayı koyuyordu hayatıma… Yeni bir cümleye başlamak için… Nokta tanburdu… Tanbur ise Murat Aydemir!

 Tanbur sazı, daha ilk duyduğumda kendisine beni meftun eden yol arkadaşım olacaktı hayatımın geri kalanında…

 İncesazın 1999 yılında çıkan ilk albümüdür bir/ESKİ NİSAN. Cengiz Onural bestesidir “Bilge”. Bu eser ve ona tanburu ve lavtasıyla can veren Murat Aydemir, hiç tanımadıkları beni dönemecimde bulup yakalamış, kolumdan tutup ait olduğum güvenli limana doğru çekmişlerdi. Böylelikle önce Türk müziğiyle, giderek kendimle yeniden buluşmuş ve barışmış olacaktım…

 Bir kış günü, elimde fotoğraf makinam, çocuk ruhumu aramak için yıllarımı geçirdiğim Yedikule’ye gidecektim. “Bilge”nin ezgisinin ışığında, kasetçalarda sesler kulağımdan geçerek beynime saplanacaktı. O güne kadar içimde saklı ne varsa bir bir açığa çıkacaktı. Duyduğum nağmelerin fotoğrafını çekmek niyetiyle düşecektim yollara… Sokak sokak dolaşarak gördüğüm her çocukta kendi anılarımı arayacaktım, tüten her soba dumanında kestane kokusunu alacaktım…

İlk duyduğumda beni, eski evleriyle bezenmiş bu dar sokaklara götürmüştü “Bilge”, komşu teyzelerin pazar torbalarını taşıdığım zamanlara… Tüp kuyruklarında beklediğim kış soğuğuna, koşar adım eve gelip okul yoluna koyulduğum bostan aralıklarına… Sabah ezanında uyanıp, ilk dersi karanlıkta işlediğimiz uykulu okul yıllarına… Neşeye götürmüştü aynı zamanda, gülecek bir şeyler bulduğumuz sevince ölesiye doyduğumuz çocuk coşkusuna… Aşka sonra, yanan ilk yüreğin ilk kıvılcımlarına… Görmek için yüzünü çekilen onca ıstıraplara…

Müzik öyle evrensel bir dil ki, bir an’da duyduğunuz melodiyle, bir anlık fotoğraf karesini yakalayabilirdiniz…

Artık her çektiğim fotoğraf karesi, sevdiğim bir müziğin tınısıdır benim için…

 

 




25 Ağustos 2016 Perşembe

HATIRAM OLSUN!

Aşk bu işte! Duyduğun tek bir şarkı ile dünyan bir anda harap olabiliyor… Hele bir de güne rüyayla başlamışsan… Sevdiğini görmüşsen uzun bir aradan sonra sabah uykusunda… Özlem dayanılmaz olmuşsa bunca aradan, bunca acıdan, uzaklıktan, kırgınlıktan sonra… Yerle yeksan olmuş yüreğin hala çarpıyorsa yalnız onun için, ne kadar ret etsen unuttum desen de, tek bir anda duyduğun tek bir şarkıyla geri geliverir unuttum dediğin ne varsa ne yoksa…

Vuslatı olmayan aşklar yakıcıdır. Kara sevdadır, dermanı yoktur… Yerine başka hiçbir şeyi koyamazsın dünyalık… Allah aşkından başka… Böyle der tasavvuf ilmi… Anlarsın Kays’ın neden adını bile yitirip Mecnun olduğunu… Çöllerin derdine deva olamayışını, onu bir çöl rüzgârına katıp oradan oraya sürükleyip duruşunu… Tarifi yoktur aşkın, ondan daha güçlü bir duygu var mıdır? Sanmam. Olmayan ne bilsin, ama aşkı hayatında bir kez olsun adam akıllı yaşamış bir kimse için, başkaca ne var diye sorsanız HİÇ diyecektir size… Sadece HİÇ!

Hiç olmak sevginin okyanusunda bir damla olmak demektir. Sevgi tek bir maddi varlığa yüklenen mana olamaz, olmamıştır da zaten doğası gereği… Maşuk aşığının derdiyle dertlenir, aşkının nefesiyle nefeslenir kanı canı aşk kokar… Öyle bir hal gelir oturur ki önünden ekmeğini alsanız ses çıkarmaz, sevdiğinin adını anan biri olsa yanında, sarılıp boynuna öpesi gelir…

Mevlana’ya bir gün bir adam gelir ve Şems’den haber getirdim der… Mevlana üstünde başında ne varsa çıkarıp adama verir.

Derler ki adam doğru haber getirmedi size, yalan söylüyordu…

Mevlana, evet der biliyorum, zaten haber doğru olaydı canımı verirdim…

Doğu mistisizmi aşkı DNA’larına kodlanmış şifreleriyle yaşar… Bir tek sözcükle anlatamadığı için hissettiklerini, aşk der adına, sevgi der yetmez, sevda der, hatta o da yetmez kara sevda diye vurgulamaya çalışır anlaşılmak adına… Halk sanatının her alanına bir simge koyar… Türkülerine, folkloruna işler oya gibi sevdasını…

Batı kültüründe ise aşkın derin duygularına kendini kaptırıp koy vermeye pek sıcak bakılmaz… Yanmak, yakılmak, aşkından verem olmak, çöllere düşmek kabul gören bir durum değildir… Romeo ve Juliet tipi aşklara içten içe bir hayranlık duyulsa da, pek inandırıcı gelmez batı insanına… Ama böylesi aşkları yaşamak için de zemin arar bir anlamda…

 

Bertolt Brecht Sevgi Üstüne adlı yazısında şöyle der; “Sevenler tarihsel bir şeyler katarlar bu sevgiye, sanki bir gün tarihi yazılacakmış gibi. Onlar için kusursuzlukla tek bir kusur arasındaki fark korkunçtur. Oysa dünya bu farkı rahatça göz ardı edebilir. Sevgilerini olağandışı bir şey kılarlarsa, bunu yalnızca kendilerine borçlu olurlar; başaramazlarsa kendilerini sevdiklerinin kusurlarıyla pek de mazur gösteremezler, tıpkı halk önderlerinin kendilerini halkın kusurlarıyla mazur gösteremeyecekleri gibi...”

Epik tiyatronun kurucusu büyük usta bile sevgi adına yazmadan duramamıştır. Sevginin doğasına dokunmayıp yabancılaştırma efektini siyasi platforma taşımıştır… İki insan arasındaki ilişkiyi bir üretim haline dönüştürüp, sevginin bireyleşmesini fabrika dişlilerine katarak toplumsal bir olgu haline getirmeye çabalamıştır.

 

Son sözü bir başka ustaya bırakalım öyleyse;

“Bütün kitapları yakmalı
Sevda üstüne ne söylemişlerse yalandır
Kitaplara göre insan
Karanlıkta yüzüne bin mumluk lâmba tutulmuş
Gözleri, yüreği kamaşmış insandır
Aptaldır, hastadır, kahramandır
Bütün kitapları yakmalı
Sevda üstüne ne söylemişlerse yalandır.
İçinde bir tek suret yaşayan yüreğe yürek mi derler
Bir tek yaprak veren dalın boynun burarlar
Bir tek meyve veren dalı keserler
İnsan dediğin bir buğday tarlası gibi olmalı
Esti mi rüzgâr bir değil milyonlar için esmeli
Bir tek meyve veren dalı kesmeli
İnsan dediğin derya misali
Üstünde milyonlarca dalga
İçinde kıyametler kopmalı
İnsan dediğin derya misali

Uçsuz bucaksız olmalı. “

 

Bedri Rahmi Eyüpoğlu

Kim haklı karar vermeden önce bir de Coşkun Sabah’a kulak verin… Bakalım yüreğiniz hangisine eğilim gösterecek…

 






13 Temmuz 2016 Çarşamba

ALMA MAZLUMUN AHINI


" Elinde bir mazlum yaralandı, zulüm gördü ise, o zulüm cehennemde bir ağaç olur, ondan zakkum meyvesi husule gelir.

 Sen hiddetine kapılıp, gönüller kırdı, gönüllere ateş düşürdü isen, o ateş cehennem ateşinin mayası olur.

Senin öfke ateşin bu dünyada insan yakardı. Ondan doğan cehennem ateşi de, orada seni yakar, yandırır.

Senin hiddet ateşin, burada insanlara kastederdi. Ondan doğan cehennem ateşi de, orada yine insana, yani sana saldıracaktır.

Dünyada hiddete kapıldığın zaman ağzından çıkan yılan akrep gibi insan sokan sözlerin, orada yılan ve akrep olup senin kuyruğundan yakalayacaktır.

Hiddetin, kızgınlığın cehennem ateşinin tohumudur, mayasıdır. Akılını başına al da, o hiddet ateşini söndür. Çünkü o ateş, senin için bir tuzaktır."

 Mesnevi - Şefik Can Tercümesi